Bir şehidimizin kabrini ziyarete gitmiştim. Gözlerim kapalı, bağdaş kurup oturmuş, iç sesimle şehidimizle konuşuyordum. Duygulanmıştım, ağlamaklıydım ve ama biliyordum ki yüzümde güzel bir tebessüm vardı. Önce omuzumda bir el hissettim, sonra selam verdi, yanıma çöktü. Kimdi bilmiyordum. Bir süre daha o halde kaldım. Göğsüm genişlemiş, göğsüm gökyüzü olmuştu.
Tanır mıydın? diye sordu. Evet, dedim. Güzel insanlar erken ölüyor dedi.
Yüzümü yüzüne döndüm, "Onlara ölü demeyin..." ayetini hatırlatayım istedim. Vazgeçtim. Ne ölüsü dedim, uyuyor, üzerini çiçeklerle örtmüş Rabbim.
X
Bazen bir başkasının, bir başka nedenle yazdığı bir cümlenin bana açtığı kapıdan geçerek, bazen alt edemediğim coşkumun ateşiyle, bazen çocukluğumu, annemin öğrettiklerini, yaşadıklarımı, düşlerimi yazdım. Bazen bir bakışın rüzgârıyla, bazen bir rüzgârdan kaçmak için yazdım. Yalnızca saçımın okşanması için yazdım bazen.
Anlaşılmak için yazıyor, yaralıyor, yaralanıyor, anlaşılır “gibi” oluyordum. “Gibi”ler hep arada bırakıyordu, “gibi” yarım, “gibi” eksikti. Ortalarda dolaşıyor gibiydim, vardım da yok gibiydim. Kardeş olalım, paylaşalım ve sevelim istiyordum. Seviyor ve söylüyordum. Duyuyor “gibi” yapıyor ve lakin ama ile başlayan zavallı ve kaybetmeye mahkûm cümleler kuruyorduk.
Basmakalıp ayak oyunlarıyla yürüyor, ucuz ve söyler söylemez unuttuğumuz sözlerle konuşuyor, birbirimizi dibine kadar anlıyorken anlamıyor davranma ikiyüzlülüğüyle tebessüm ediyorduk. Böyle olsun istemiyordum. Ancak benim istememle de olmuyordu. Ben, daha da temelinde herkes özgür olsun diyordum da kölelik hep ama hep revaçta kalıyordu. Ve aslında bütün hayat, gücü elinde bulunduranlar ile köleler arasında oynanan bir tiyatroydu. Bu, hepimizin içinde olduğu tiyatronun, en özgür insanı da ne yazık ki bir palyaçoydu. Ben, kırılan yerlerimi, gelip o palyaçonun öpmesini ve özgür olmayı istiyorum.
X
Görmek istemediğimiz yüzlerden, duymak istemediğimiz sözlerden... Mutsuzluklardan, mahcubiyetlerden, yenilgilerden, riyakâr sarılmalardan... Hepimizin bir şeylerden, birilerinden, şehirlerden kaçmak istediği bunca ortadayken… Edinilmiş kötü bir alışkanlık gibi olumlu cümlelerimizden daha çok olumsuz, sevimsiz, bencil cümleler kuruyoruz... Yoğun bir sisin içinde birbirine seslenenlere benziyoruz... Buluşursak sımsıkı sarılmalar, buluşamaz isek hep hatırlayacağımız bir hasret.
X
Birbirimizi suçlayarak vardığımız yer kötü, sevimsiz ve soğuk. Ben sana şunu demiştim, sen böyle yaptım, sen geldin, ben gelmedim... Bunun sonu gelmez. Ne yapmalıyız? Daha çok sarılacağız birbirimize, canımızın daha çok yanması pahasına, kollarımızı ve kalbimizi açacağız. Şunu diyebilmeliyiz ömür biterken: Denedim, sonuna kadar denedim.
X
Şimdi sana yaşamak şiiri, şimdi sana defneyaprağı, şimdi sana ortasından böldüğümüz poğaça, şimdi sana uğur böceği, şimdi sana altı çizili okuduğum kitap, şimdi sana üzerine tuttuğum su hortumu, şimdi sana çimenlerin üzerinde yalınayak yürümek, şimdi sana salıncak, şimdi sana uzak şehirlerin özlemi, şimdi sana aynı bardaktan içeceğimiz çay... Şimdi sana, seni özleyen kollarım.
X
Uzaktan bana doğru yürüdüğünü düşlüyorum. O olsa diyorum. Birikmiş hasretimizle kucaklaşsak. Soru sormasak. Yan yana yürüsek bir süre. Sonra özledim, neredesin desem. Tebessüm etsen. Salaş bir çay ocağında oturup çay içsek. Bir parka gitsek. Konuşmak değil dizlerinde uyumak istiyorum desem. Uyusam. Rüya olmasa. Bu kelimelerle çizdiğim rüyadan hiç uyanmasam.