Hikâyemizin birinci kısmında tanımıştık bizim Demirci Çırağını. Eş dost vasıtasıyla girdiği ustasının yanında bir yandan yetim başına anacığına bakıp ve evlerinin yükünü taşırken diğer yandan iyi bir usta olma çabasında gençliğinin ilk çağında koca bir yürek...
Bizim çırak gayretli, hevesli ama oldukça sakin, ağır mı desek ağırbaşlı mı, usul mü desek üsluplu mu? Bu ağırlığından mıdır bilinmez, usta her sabah çıraktan önce geliyor dükkâna, baktı çırak hep geç kalıyor, bir iş veriyor ona, çırağın ilk işi; her sabah ustasını evden alacak ve mahallenin taş mescidinde namaz kılacak.
Çırak; zayıfça, çelimsiz nerden baksan gücü kuvveti yok dersin. Lakin dedik ya, bizim çırak azimli, gayretli, laf söz dinler, ustaya hürmet eder. Ustasıyla nedir birlik tarafı; ağır ağabey ikisi de, ağır derken yavaş değil, yani işte olduğu gibi, demleyerek, süzerek içiyorlar ya çayı, hayatı da öyle demli ve süzerek yaşıyorlar.
Usta, işine tutkulu, ehil olduğu kadar irfan sahibi, nüktedan bir tarafı da yok değil ama simasında taşıdığı ağır ve sade duruş gözden kaçmayacak kadar tesirli. Karşıdan görenler, ürküyor şöyle ilkten, hemhal olup tanış olunca artıyor muhabbet birden. Gelene çay söylüyor illa, iki vakit duranın hakkı ise sade kahve, öğle üzeri varmışsanız mekâna, sofrada fazla bir kaşık, usta ve çırağın kaşığından başka, işte o size ayrılmış olan.
Bizim çırak bunları gördükçe, hani yani ustasını; sözünü ve edasını, daha bir ağırlaşıyor, ateşe verilmiş bir bıçak gibi, pişiyor da pişiyor. Tezgâhın başına geçmedi hiç, eline çekiç almış değil, körüğün ateşini harlıyor bazen, demirleri istifliyor, bıçak işiyse suyunu hazırlıyor. Dükkânı tertemiz tutuyor ama. Müşteriyi hoş tutuyor, “ağzı var dili yok” desek pek uymaz da dili var yeri gelmeden çıkmaz desek yeridir. Konu komşu bu yeni çıraktan pek memnun, selam alıyor selam veriyor, sesi de yanık, kamet de öğreniyor. Lakin onun, Taş Mescitte her sabah okunan kasideyi ezberlediğini kimse bilmiyor.
Sünnetlerine uyma da pek titizler usta ile çırak; her sabah taş mescitte buluşuyorlar, namazlarını kılıp, kapısı ağır demirden kara boyalı kara duvarlı is kokan dükkânlarına varıyorlar. Anahtar çırakta ama dükkânı usta açıyor. Usul budur, edep budur diyor bizim çırak ama neden o büyük kilidi kendi açmıyor, merak ediyor. Aslında kapıyı açıp, ocağı yakıp hazır halde ustayı bekleyeyim derdinde ama işte vardır bir bildiği ustanın.
Vakte hükmümüz yok, doğarsa gün batacaktır, batıyorsa, yarın olacak ve ömür tespihinden bir taneyi daha çekecektir Azrail. Kâh sohbet edip dinleşirken, kâh tavında demir dövüp bıçağa suyunu verirken gelip geçer zaman. Bizim çocuğun geldi deli zamanı, deli derken uçuk kaçık değil, ustasına hürmeti eksilmiş değil. Demircinin tezgâhından bir tek keskin Kılınçlar geçmedi nitekim işte bizim çırak da tezgâhın oldu keskin bir yiğidi.
Çırak da aldı eline çekiç vurdu ustasıyla örsün göğsüne göğsüne, ateşle geldi kıvama bıçak, sözle geldi kıvama bizim çırak. Ustasını dinledi, sözünü emir belledi, ocağın başında usta, bizim çırağa hem iş öğretti hem ders verdi. Çok para kazanıp zengin olmadılar belki ama çırak ustayı usta çırağını çoktan kazanmıştı.