Davetçi ve Zengin-Fakir İlişkisi

Musab Seyithan

Sosyal hayatta çoğunlukla kuvvet, hakkı tanımaz. Mal, beden, kabile, silah, akıl ve ilim yönünden kuvvetli olanlar; zayıfları ezer, âcizleri çiğner, çaresizleri sömürürler. Zayıfın kuvvetliyi ezmesi ve hakkını yemesi ise fiilen ve mantıken imkânsızdır. İşte bu noktada Müslüman, zayıfın yanında yer alır. Zayıfı kuvvetli hale getirmek, bozulan dengeyi düzeltmek için sonu bulunmayan mücadeleye girer. Mücadelenin gayesi güçlüyü âciz hale getirmek değil, âcizi güçlü kılmaktır.

Zengin kimse fakire nazaran daha güçlüdür. Ekonomik güce sahip olan bu zümre mensupları, dine fakirler kadar yakın olmazlar. Fakat zengin, onulmaz bir hastalığa yakalanınca zayıflar sınıfına dâhil olur. Dava adamı, onun bu zaaf ve acz halinden din lehine faydalanmasını bilmelidir. Hasta zengine gereken manevî yardımlarda bulunmak suretiyle onu dine yaklaştırmalıdır.

Rasûlullah (s.a.v), ilk vahiy geldiği zaman kendini endişeye kaptırmıştı. Kendisini teselli eden eşi Hz. Hatice validemiz şöyle demişti: “Hayır, hayır! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni hiçbir zaman utandırmayacaktır. Çünkü sen akrabalarınla iyi münasebetler kuruyor, âcizlerin yükünü taşıyor, yoksula yardım ederek onu kazanç sahibi kılıyor, misafiri ağırlıyor ve İlâhî âfetlere uğrayanlara yardımda bulunuyorsun.(Tecrid-i Sarih Trc. Ve Şerhi, I/297; Müslim, İman,71)

Demek ki, Müslüman dava adamının alâmet-i fârikası, bu gibi zayıf kimselere ilgi göstermektir. Bir hadiste: “Cennet ehli, mazlum ve mağdur olan kimselerdir(Buhârî, Nikah, 87, Tefsir,50; Müslim) buyurulmuştur.

Kuvvetliler, başarılarını; zenginler, servetlerini zayıflara borçludur. Nice büyük sanılan kalın enseli, şişko insanlar vardır ki, Allah katında sinek kadar kıymeti yoktur.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Cennet, 13).

Bir keresinde ganimetler taksim edilirken zayıflarla kuvvetlilerin eşit tutulduğuna itiraz edenlere Rasûlullah (s.a.v): “Siz, içinizdeki zayıflar sayesinde rızka sahip oluyor ve zafere ulaşıyorsunuz” buyurmuştur. (Buhârî, Cihad, 96; Ebû Davud, Cihad, 70; Tirmizî, Cihad, 24)  

Sosyal bir müessese olan din ile toplumun fakir ve yoksul tabakası arasında özel bir münasebet mevcuttur. Zenginle fakirin din karşısında takındıkları tavır farklı olduğu gibi, dinin ve dava adamının bu iki zümreye karşı takınacağı tavır da farklı olmalıdır.

Toplumda mâlî kuvveti ve ekonomik kudreti ellerinde bulunduran zenginler, kendilerini çok güçlü hisseder, fakirlere oranla daha muktedir olduklarına kâni olurlar. İşte bu çeşit nisbî kuvvet ve izâfî/göreceli kudret, bir kısım zenginleri şımartır, kibirli kılar. Başkalarını hor ve hakir görmeye sebep olur. Artık bu his ve fikirden bir “eşref zümresi” ve “asiller gurubu” doğar. Bu tabaka bir türlü insanların tarak dişleri gibi bir birlerine eşit olduklarını kabul etmez. Sohbet, evlilik, alış-veriş, dâvet, hatta ibadet gibi hususları kendi aralarında îfâ ve icra ederler. Sahip oldukları göreceli kudret, kendilerini dine ve din adamına karşı müstağni davranma sonucunu doğurur. Buna karşı fukaranın içinde bulunduğu göreceli/izâfî acz ve zaaf, onu dine ve Müslümanlara yaklaştırır.

Din, her şeyden önce fukara, âciz ve zayıfları koruyan bir müessesedir. Onun için tarih boyunca dine ve dinî hareketlere zenginler karşı çıkarken, fakirler sahip çıkmışlardır. Hz. Şuayb’e kavmi şöyle demişti: “Biz seni içimizde zayıf bir kimse olarak görüyoruz” (11Hûd: 91) Hz. Nûh’a kavmi: “Sana nasıl iman edelim ki, sana tâbî olanlar ayak takımı kimselerdir” (26Şuarâ:111) demişlerdi. Gerçekten de Nebî ve Rasullere ilk tâbî olanlar, aristokratların deyimi ile “süfehâ/ayak takımı” olan halk kitleleriydi.

İslam’ın da hem doğuşu hem de yayılışı esnasında, zenginlerden çok fakirler rol oynamışlardı. Zenginler daha çok, İslam güçlendikten sonra Müslüman olmuşlardı. Fakir-zengin zihniyeti ve psikolojisi hiçbir zaman değişmez. Bugün de durum aynıdır.

Bir toplumun çok zengin olanlarının sayısı %5’ten fazla değildir. Orta halli zenginlerin sayısı ise %15’i geçmez. %10’unun da fakir ve muhtaç olmadığını düşünsek bile toplumu oluşturan fertlerin %70’ini fakir-fukara-ortadirek teşkil eder. Dava adamı, en azından vaktinin %70’ini fukaraya ayırmalı, mesaisinin  %70’ini onlara harcamalıdır. Ziyarette, sohbette, davette, ziyafette ve ibadette bu ölçü titizlikle muhafaza edilmelidir. Bir zengini ziyaret eden, “bir kere” onunla sohbet eden, onun davetine “bir kere” icabet eden dava adamı, buna karşı yedi fakiri ziyaret etmiyor, yedi fakirle sohbette bulunmuyorsa o, İslâmî ruhu ve zihniyeti temsil etmiyor demektir.  Rasûlullah’ın (s.a.v), akşam-sabah birlikte olduğu kimselerin fakir ve fukaradan müteşekkil olan Ehl-i Suffe olduğunu unutmamamız gerekir. Davetçi, Hak ve halk adamıdır, fakir dostudur, âciz ve zayıfların koruyucusu ve ahbabıdır. Zamanın çoğunu bunlar arasında ve bunlar için geçirir. (Bak: Süleyman Uludağ, İslam’da İrşad, s.85 vd.)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Bana cennet gösterildi, cennet ehlinin çoğunu fakirler teşkil ediyordu. Zenginler, eşraf ve asilzâdeler kapıda beklemekte idiler.” (Buhârî, Nikâh, 87; Müslim, Zikir, 26).

Ancak davetçi asla mülkiyet düşmanı değildir. O, zenginin de zenginliğin de lüzumuna inanır. Milletini ve fertlerini zengin kılmak için çalışır. Zenginleri ıslah için uğraşır, onlardan âzamî derecede davası için faydalanır. Kesinlikle bir sınıf mücadelesine fırsat vermez. Fakat zenginlik ve fakirlik konusunda çok hassas davranır. Ekonomik mekanizmanın halkı ezecek, fukarayı sömürecek, zenginlere haksız kazanç sağlayacak bir tarzda işlememesi için olanca gücü ile de çalışır. Bu konuyu beşerî ideoloji sahiplerinin insafına ve istismarına bırakmaz.