Siyasi Tarih yazılırken “Darbeler Tarihi” adı altında bir başlık açılmış olsa sanırım neredeyse tüm siyasi tarih hakkında bir tarih yazmış oluruz. Özellikle on dokuz ve yirminci yüzyıllarda gelişmekte olan ya da gelişmesi ihtimal dâhilinde olan ülkelerde sayısız darbe yaşanmıştır. Darbelerin, büyük devletlerin deyimiyle daha çok üçüncü dünya ülkelerinde olması da dikkat çekici bir yöndür.
Darbe, daha çok askerî bir tutumla gerçekleşir. Bir devletin, iktidarını, mevcut yönetimini, hükümetini güç kullanarak devralma yoluna “darbe” denilmektedir. Bu teşebbüsün ve cüretin elbette elinde “güç” tutan bir yapı tarafından yapılması beklenir. Değilse, bunun dışında girişimler, zaten görevi hükümeti korumak olan asker tarafından bertaraf edilecektir.
Darbe, çoğunlukla şiddet içerir. Darbenin etkisi, bu şiddetin toplumda yayılması ve etkili olmasıyla gücünü ve etkisini korur. Düzeni korumakla görevli kolluk kuvvetleri, olmasını düşündüğü düzenin sarsılmaya başladığını hissettiği zaman, kafasının bir köşesinde devamlı duran bir düşünceyle düğmeye basar. Kafasındaki yönetim şeklini bu şekilde korumuş ve kollamış olur. Meşru bir zemini olmasından ziyade, görevini yapmış olmanın rahatlığını yaşar. Bu yüzden olsa gerek, darbeden sonra çıkarılan ilk kanunlar çoğunlukla darbeyi yapanları korumak üzerine olmuştur.
Hukuk Fakültelerinde halen okutulan Roma Hukuku dersi, Roma’nın demokrasi ve hukuk alanında attığı tarihsel adımları unutmamak içindir. Lakin aynı derslerde bir darbeye kurban giden Sezar’ın durumu acaba nasıl işlenmektedir? Napolyon da askeri darbe ile yönetimi ele geçirmiş bir liderdir. İkisinin de ortak yönü, toplumu şekillendiren ve bir nevi çizgiye getiren hareket olmalarıdır.
Darbelerin derinsel yapısında darbecilerin mantığıyla; çizgiden çıkmış bir gidişi çizgiye getirmek vardır. Lakin bu çizgiden çıkış, nedense gelişmesini tamamlamış ülkelerde pek görülmez. Çok bütçeli Amerikan filmlerinde Başkana ve yönetime karşı hep bir darbe girişimi olsa da filmin kahramanı bu darbe ve eşliğindeki suikast girişimini bertaraf etmeyi başarır.
Aynı gelişmiş ülkeler, daha zayıf devletleri ve belki zenginliklerini göze kestirdikleri ülkeleri darbe ortamına bizzat hazırlarlar. Aynı ülkenin hümanist tarafı, masumlar ölüyor diye feryat ederken, kapitalist tarafı kurduğu gizli örgüt ve yapılarla yönetimi değiştirmeye çalışmaktadır.
Darbelerin tarihine baktığımız zaman, kan, esaret, ezilmişlik ve korkuyu görürüz. Çizgiye gelinsin diye girişilen darbeler çoğunlukla o ülkenin uzun yıllar daha da geride kalmasını sağlamıştır. Güya, yönetimi düzeltip gidecek komutanlar uzun yıllar kendi topraklarının huzuruna kast etmişlerdir. Kaddafi Libya’da, Saddam Hüseyin Irak’ta, Papadopulos Yunanistan’da, Ziya Ülhak, Pervez Müşerref Pakistan’da hep darbeler sonucu iktidara gelen ve yıllarca iktidarda kalan kişiliklerdi. “kişilikler” diyorum, artık bunlar tarihi birer örnek olmuşlardır.
Ülkemiz de darbelerden nasibini yeterince almıştır. Padişahların hal’ine giden yol, Türkiye tarihinde de kendini göstermiştir. Altmış ve seksen darbeleri genç cumhuriyetin genç nesillerini ezik ve silik birer korku şahsiyetlerine çevirmeyi başarmıştır. “Başka bir yol yoktu!” demenin mazeretlerini dinleyip ikna olanlar varsa, sözüm yoktur onlar için.
Peki, darbenin adını yönetime el koyma, kontrolü ele alma, teröristlere haddini bildirme koymak ve daha ötesi darbeye “ihtilal” demenin bir anlam ve isabeti var mıdır? “ihtilal” bir halk hareketidir. Halk bizzat, kendi içinde çoğunlukla doğru bildiği ilkeler ışığında bir harekete kalkışır. Halkları allak bullak etmenin adı ne olaki?