İlkbahardı. Her şeyin kök salıp tomurcuklandığı günlerdi. Defterin ilk sayfası, türkünün giriş nağmesi, elbisenin ilk giyilişi gibiydi. Deliksiz ve dingin bir uykudan uyanmıştım. Temiz ve naftalin kokan çarşafların arasındaydım. Ardıç kuşunun sesini duyuyordum. Ardıç kuşu baharın geldiğini haber veriyordu ve ardıç kuşu ile ardıç ağacının gizemli hikâyesini hatırlayıp gülümsemiştim.
İlkbahardı. İnsanı sarhoş eden güzel bir gündü. Her şey güzel kokuyor, her şey mesut görünüyordu. Ardıç kuşunun sesi hoş ve berraktı. Balkona çıktım, çiçekleri çingene pembesi olan mürdüm eriğini seyrettim uzun bir süre. Kesinlikle sana benziyordu. Ağacı sana benzetiyor olmamla ağacın tebessüm ettiğini hissediyordum. Ağaç şöyle diyordu: “Güzel olanlar birbirine benzer.” Ve sanki aynı ağaç duyulur duyulmaz bir sesle devam ediyordu: “Çirkinler de…”
Senin yanında kendim oluyor, davranışlarıma dikkat etmek zorunda kalmıyordum. Rahattım. Rahatlığım beni üretken kılıyor, seni daha fazla mutlu etmem gerektiğini düşünüyordum. Seni üzdüğüm zamanlar da oluyordu olmasına ancak fark ediyordum ki seni her üzmemin ardından daha anlayışlı ve sabırlı olmaya gayret ediyordum. Beraber yürüyorduk ve sen ne güzel bir arkadaştın Dağlım. Işıltılı gülümsemen beni sana çekiyordu. Hep daha iyi olmamı istiyordun ve bu beni daha iyi yapıyordu! İyimser bir mizacın vardı. Hüznün yapmacık değildi. Hüznünden şikâyet etmiyordum. "Hüznüm," demiştin, "hüznüm gönlümün gülüdür."
İlkbahardı, mürdüm eriği çiçeğe durmuştu, aylardan marttı ve sen uzaktın. Seni her zaman sevmiştim, sevilecek küçük şeyler bularak… Seni her zaman sevmiştim, taşların arasından kendine yol bulan su gibi… Seni her zaman sevmiştim, gönlüm çiçeklenerek ve sevdikçe zenginleştiğime inanarak… Sevmek yaşamaktı ve yaşamak “yaşatmak” olmalıydı. Böyle düşünüyordum. “Yaşamak bazen sancılı oluyordu. Bu sancıyı ancak merhamet ve sevgiyle iyileştireceğimize inanıyordum.” Sen hep yanımdaydın. Hayır, ben hep yanında duruyor, koluna giriyor, adımlarımı ve gönlümü sana ayarlıyordum. Sevilme isteğimiz doğaldı. Bunu istiyorduk ve ancak yine biliyorduk ki sevilme isteğinin tüketime, sevilme isteğinin tembelliğe dönüşen bir yanı vardı. Oysa insan üreten olmalıydı. İnsan bereketti. İnsan verendi. Sevmek bir yarışa dönüşemezdi; sevmek gönlümüzün ovalarını, kırlarını, dağlarını, pınarlarını sevdiğimiz insana açmaya çalışmaktı. Sevmek; sevilen insan vesilesiyle kendi coğrafyamızın genişliğini ortaya çıkarmak, kendi yeryüzümüzü görmekti. Sevmek, aslında ve gerçekte insanın kendi derinliğini, gücünü, bereketini, üretimini, hesapsızlığını görmesiydi.
Gönlümüz yalnızca bizim bildiğimiz bir obadır Dağlım; yalnızca biz biliriz obamızın çayırlarını, pınarını, çiçeğini… Obamın çiçeği sensin Dağlım. “Konuşmak duygu ve düşüncelerimize yönelik bir müdahaleydi çoğunlukla. Kaç kez sessizce uzaklaşıp gündoğumu ve günbatımlarını -ışığın doğumu ve ölümünü- seyretmiştik. Seni seviyorum dememize gerek yoktu. Çünkü sözler çoğunlukla yalan söylerdi. Bu nedenledir ki 'gerçek sevenler' anlatıma eylem getirirdi. Eylem nasıl yalan söyleyebilirdi? Sadakat, ilgi, dürüstlük, görev, sorumluluk, sevgi… Eylemler bu duyguların gerçeğiydi ve dolayısıyla yalan söylemezlerdi.” "Ah, olgun dutlar gibi ballanmış gözlerinde" dostluk vardı. “Çıkar gütmeyen, samimi, hüzünlü, merhametli, munis… Yardımcı olmak isteyen bakışlardı.” Sesin bir çocuğun hesapsız ve şımarık sesiydi. Sesin en sevdiğim türküydü! Sevgimiz “kendi mucizelerini” ne kadar yinelerse yinelesin görkeminden de bütünlüğünden de ateşinden de hiçbir şey yitirmiyordu. Aşkın şefkat, dürüstlük ve güven adına iki insana getirebileceği ne varsa yaşıyorduk. Küçük elini uzatıp elimi tutuyor ve utangaçça yüzüme bakıyordun. Dokunuşun ve gülümseyişin beni heyecanlandırıyordu, özellikle de bunu beklemediğim zamanlarda yaptığında. Bedenimin nereye gömüleceğini bilmiyorum ancak inanıyorum ki kalbimi vatanıma, kalbimi senin yanına gömecekler. Bazen değil çok zaman, gönlümü gönlüne yaslıyor da sakinleşiyorum Dağlım.
Sen Dağlım, sen benim için bütün çiçekleri bekleyen çiçeksin… Şimdi ovalarda, kırlarda, dağ yamaçlarında sarı hardal çiçekleri, mor gözlü ballıbabalar, mor sümbüller, hatmi çiçekleri ve nazlı gelincikler arasında; senin al, benim doru bir at üzerinde yüzümüzü rüzgâra, gönlümüzü muhabbete vererek at koşturduğumuzu düşlüyorum. Mutluluk ağlatıyor beni. Bu ruh haliyle ölebilir, bu ruh coşkunluğuyla ölümü hiç şikâyetsiz kucaklayabilirim. Atlarımızı hesapsız sevmelere, atlarımızı özgürlüğe, atlarımızı menevşelere… Atlarımızı taze yonca kokan, çiçekli dağlara doğru sürelim Dağlım. Ki zaten “ancak dağlar yaşar sonsuza kadar...”. Dağlar dedim de dağları sevda, dağları türkü, dağları çiçek kılan Karacaoğlan’a selam edelim ve Karacaoğlan söylesin: “Bolkar dağı iki çatal / Arasında güller biter / Bir yiğide bir yâr yeter / İki seven del‘olma mı?” Sana, kendime ve herkese “Peygamber çiçeğini dost bilen insanların iç yaşantısını” diliyorum Dağlım.
Tüm dünya süt mavisi bir gökyüzünden ibaret sanki. Gök, ışık ve yaşamla dolu derin, aydınlık bir okyanus gibi. Uzak dağlara bakıyor ve sımsıcak ağlıyorum. Dalı güle, seni sevgiliye dönüştüren Rabbime hamd ediyorum.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!