Dağlım, yokluğunda defterime bunları yazdım

İbrahim Çolak

Keyifsiz ve yorgunum diyeceğim, değil. Tembel ve özlem doluyum diyeceğim, doğru. Düşlerle dolu bir zamanın içinde kayboluyor, o uzak ülkede yaşıyor, o uzak ülkede mutlu oluyorum.

Son on günümde onlarca hikâye yaşadım. Onlarca hikâyenin içinden geçtim. Hikâye hikâye yaşıyor, birikiyor “insan” oluyor insan. Kadını ve kelimeleri var edene, Rabbimize binlerce kez şükürler olsun diyorum, diyorum da bazen ve çok zaman en güzel cümleler bile özlenen bir kadının yerini doldurmuyor.

Yaşadığım hikâyeleri yazmak istesem yazamam, anlatmak isterim. Anlatmak da değil beraber yaşayalım isterim. Dahası hissedelim isterim. Aborjinler sabah kalktıklarında, güneşe doğru dönüp şükrederlerdi. İnsan ki kalbine, secdeye, şükretmeye, merhamete, Rabbine dönmeli. İnsan ki bir kınalı avuca, merhametli omuzlara sığınmalı... İnsan ki sevginin, ihanetin, arzunun, nefretin, öfkenin, şefkatin, merhametin... İnsan ki arzın merkezi.

Dönüp dolaşıp, başımızı yaslayacağımız merhametli bir omuz arıyoruz. 

Bazı sabahlar lekesiz bir aydınlığa uyanıyorum. Günahlarımı unutmuyor olsam da yeni bir güne uyanmış olmanın "torpili" göğsümü genişletiyor. Sevdiklerim, özlediklerim, sarılamadıklarım düşüyor aklıma. Taze sabahın, temiz havasıyla beraber nasibime sarılıyorum.

Gece, düşündüğümüz, özlediğimiz biri yoksa ve yoksa bizi düşünen, düşleyen... Savaşta kurşunu bitmiş askerler gibi kalakalıyoruz gecenin ortasında.

İnsanın insana konuşarak değil hissederek sığınacağını öğrenmem çok zamanımı aldı.

İnsan kendi lehine olan işlerde bile cimri, hasis, tamahkâr. İnsan kendine zalim! Geçen sabah, kendime gözleme alırken bir kardeşime de gözleme aldım. Aldım almasına da sanki bir an elim titredi. Bu olay sabah sekiz gibi olmuştu. Aynı gün, saat 15.00'de, başka bir yerde, başka bir kardeşim, sabah almış olduğum gözlemenin yirmi katı parayı, yemek yemem için cebime sokuşturdu. Nasıl mahcup oldum, nasıl utandım. Yüzüm kızardı, nasıl da kızdım kendime. Elim titreyerek aldığım bir gözlemenin kat be kat fazlasını Rabbim bana göndermiş, Benim olandan harcarken bile ne kadar da cimrisin demişti bana. Dahası şöyle demişti Rabbim: Sen on verdin, Ben sana yüz veriyorum. Sen cimriliğe devam et! 

Oysa ben değil miydim, içimizin en içinden, hesapsız ve teklifsiz sevdiğimizde de bire kırk karşılık bulacağımızı, sevileceğimizi söyleyen?

“Gözlerinde boşluk gördüğümüz insanlar vardır. Bir bilinmeyeni düşünmek gibidir.” Karşınızdadır, gülümser, surat asar, şımarır, narçiçeği gibi gülümser, alımlıdır, çağırır seni, acımasızdır, sıradandır ya da vahşidir ve "gel beni keşfet" diye fısıldarcasına da suskundur.

Sevmeyi sahip olmak, sahip olmayı güç, hastalığı elindeki yara sayan insanın gönlüne hangi kelimeyle dokunuruz? İstediğine sahip olamadığında birilerini suçlamak ve dahası Allah'ı test etmeye kalkmak hastalık değilse nedir? 

Şimdi sıcak bir gözleme, demini almış çay, sevgi ve dostlukla bakan gözlerimiz olsa... Sonra türkü mü söyleriz, yürür müyüz, ağlar mıyız bilemem.

 

Günde üç öğün fırçalanan dişlerle dolu ve kibar ağızlarda ucuz cümleler… Parmak ucuyla dokunulduğunda simi dökülecek incelikler… Rüzgârsız yere serilen anlayışlar… Riyakâr ve ağdalı cümlelerle kurulmaya çalışılan köprüler…  Birbirini kullanmaya ayarlı saatlerle geçen beyhude zamanlar… İçimde yorgun ırmaklar akıyor. Üzülüyorum, üzülüyorum, çok üzülüyor, kendi kendimle konuşuyor, şöyle diyorum: Sahi, nezaket bizim neyimiz olur?

Geçenlerde "Birbirimizi sevmeyelim, insan kalalım" diye bir yazı yazmıştım. Seviyor gıybet ediyor, seviyor surat asıyor, seviyor laf sokuyoruz. Seviyor ancak mutlu değiliz. Yazarda benim gibi düşünmüş olacak ki şöyle yazmış: "Yan yana bağlanmış iki insan, dalgalarla sarsılan iki gemi gibidir. Tekneler çarpışırlar ve gıcırdarlar." Bizimkisi sevmek değil, gıcırdayıp duruyoruz!

Hüzün "ruh hastalığımızı" değil merhametimizi arttırmalı.

Nasıl diyordu Laz Muhammed: "Axcam gyunesi re-yi" Ne kadar güzel parlıyorsun -Dağlım- akşam güneşi misin?

Büyük İskender; siyah atının üzerinde, kılıcı elinde, en ön safta düşmanını karşılar, savaşır ve şöyle derdi: "Ben zaferi çalmam…" 

Bu cümleleri okuduğumda aklıma, sinsi, köksüz ve artık pespayeleşmiş usuller ile başlayıp biten günümüz aşkları geldi. 

Yapmacık, basitliği sırıtan ve yalan kelimelerle, “aşk çalmaya" çalışanların namertliği yanında "zafer çalmayan" İskender ne kadar da mert duruyor.

Dağlım, senin yokluğunda defterime bunları yazdım.