Son 15-20 gündür hem Türkiye'de, hem dünyada tek bir gündem kaldı. Corona Virüs (Covid-19) salgını. Türkiye'den Avrupa'ya giden mülteciler, Yunanlıların mültecilere zulmü, ekonomik krizler, piyasalar, Suriye'deki hadiseler, petrol fiyatları, insan hakları, demokrasi söylemleri hepsi unutuldu. Tüm insanlık bir anlamda can derdine düştü. Yeni bir hastalık daha ortaya çıktı. Coronafobi. Böyle mi olmalıydı? Şayet bu salgın, planlı bir hareket ise, baştan itibaren böyle mi planlamıştı? Yoksa belirli bir noktadan sonra planlayanların kontrolünden çıkmış mıydı?
Daha önceki yazılarımızdan bir tanesinde, "Dünyanın en korkunç kitle imha silahı kimin elinde?" diye sormuş ve algı yönetiminin dünya insanları üzerinde kitleleri yönlendiren, etkileyen büyük/etkin bir silah olarak kullandığını ifade etmiştim. Bu ifadem, Coronavirüs salgınını küçümsediğim anlamına gelmesin. Tedbiri kesinlikle elden bırakmamalıyız. Hatta daha ciddi ve kalıcı tedbirler alma noktasında da usûlü öğrenmemiz ve öğretmemiz lazım. Zamanında gerekli tedbir alınmamışsa, artık tren raydan çıktıktan sonra veya araba çamura saplandıktan sonra tedbir almanında bir anlamı olmaz.
Fakat ilginçtir, sosyal medyadaki klavye provokatörleri, millet ve memleket düşmanları, vatan hainleri, kaos planlayıcıları, algılara yön veren internet siteleri ve televizyon kanalları üzerinden, insanların algısını yönetmek için öyle bir tahşidât yapılıyor ki; sanki tüm dünyada her gün yüz binlerce insan ölüyormuşcasına bir hava estiriliyor . Bir taraftan da aşısının, ilacının bulunması çağrısı yapılarak insanlık bir beklentiye sokuluyor. Ayrıntılara takılmadan resmin bütününü görmeye çalışalım.
Bir Müslüman olarak bize yazılım olarak verilmiş olan aklı, hayatımızın kullanma kılavuzu çerçevesinde, hayat rehberimizin öğretisi içerisinde kullandığımız zaman; hayatı kullanma kılavuzumuz bize şunu söylüyor: " Ey insanlar! Yeryüzündeki nimetlerin helal ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Bakara(168) Bu ayet aklımıza şu örneği çağrıştırıyor. İnsanoğlu kendi yapmış olduğu bir makina olan bir otomobilin yakıtının mazot mu benzin mi olduğuna kendisinden daha çok dikkat ediyor. Mesela; motoru dizel yakıt yakan otomobilin deposuna benzin koymuyor. Ama aynı insan, Allahü Teala'nın yaratmış olduğu ve bir makinadan çok daha mükemmel olan vücuduna almış olduğu besinlerin temiz olup olmadığına dikkat etmiyor. Nasıl ki dizel motorlu aracın deposuna benzin koyduğumuzda motoru yakıyorsak, insanoğlunun vücudunu da temiz olmayan pis ve haram gıdalar girdiği zaman hem motoru yakıyor, aklı bozuyor, insanlığın ve dünyanın dengesini bozuyor. Kur'an bize vücut temizliği, çevre temizliği yapmamızı emrediyor. Yeryüzündeki dengeyi, adaleti bozacak davranışlardan uzak durmayı öğütlüyor. Rum Suresi 41. ayeti kerimede: "İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor." Rabbimiz hem uyarıyor. Kur'an-ı Kerim'de, insanın yaratılış gayesi olarak, "yeryüzünde halife kılınacağı" ilan edildiğinde, bu halifeliğin yeryüzünde adaleti tesis noktasında olacağı, Allah'ın kainata koymuş olduğu sünnetullahı devam ettirme görevi olduğunu anlıyoruz. Adalet, "her hak sahibine hakkını vermek" olduğuna göre, kâinattaki her bir varlığın da bir hakkı olduğuna göre, işte biz bu hakkı ihlal ettiğimiz zaman; düşünen akleden, düşünce üreten bir varlık olarak bu adaleti bozduğumuz, dengeyi bozduğumuz, hırs ve açgözlülükle hareket ettiğimiz zaman, yeryüzünü kendi ellerimizle kendimiz ifsad etmiş oluyoruz. Yaşanması imkansız bir yer haline getirmiş oluyoruz.
İnsanoğlunun olmadığı yeryüzü parçalarına bir de bu gözle bakın! Tertemizdir... Bir dağ başında bir hayvan ölse kalsa, bir-iki ay içerisinde sanki o hayvan orada ölmemiş gibi tekrar tertemiz hale getirildiğini, leşçiler tarafından cesedin kaldırıldığını, mikroorganizmalar tarafından tekrar toprağa karıştırılmak suretiyle temizlendiğine şahit oluyoruz. Otla beslenen hiç bir mahlukat, etle beslenmek için başka bir hayvanı yemeye kalkışmıyor. Etçil hayvanlar açgözlülükle, hırsla, stokçulukla hakkından fazlasına tecavüz etmiyor. Ama insan açgözlülükle, hırsla, tamahla hakkı olmayana saldırıyor. Dişlerinin kestiği her şeyi yemeye kalktığı için yeryüzündeki sünnetullahı ve dengeyi bozuyor. Kendisine emanet edilen ve hayatının bir araç olarak kullanmış olduğu vücudunu yaratanın tavsiyesi doğrultusunda kullanılmadığından dolayı helal-haram, pis-temsiz dikkat etmeden vücudun deposu mesabesindeki mideye doldurduğundan dolayı hem vücudunu, hem ilahi bir yazılım olan aklı bozuyor, hem de kainattaki sünnetullahı bozuyor.
Bu bozulma sebebiyle de yeni bir sünnetullah işlemeye başladığı zaman, ahiret inancı da zayıfsa veya yoksa, yeryüzünde yeni bir kaos üretiyor: Ölüm korkusu... Ölüm korkusu, Allah ve Ahiret inancı olmayan insanın, en büyük korkusudur. Ölüm korkusu, dünyaya veya nefsine tapan sekülerist ve hedonist insanın çıkmazıdır. Ölüm korkusu, sekülerist ve hedonist insana tam bir kaybediş psikolojisi telkin eder. Ahiret inancı yoksa, ölümü bir kaybediş, yok oluş olarak düşünüyorsa, dünya hayatında sahip olduğunu zannettiği, hazzı, lezzeti, eğlenceyi, kaybedeceği, yaşamının biteceği korkusu en büyük elem olarak, işkence olarak zihninde kalır.
İşte tüm bunların farkında olan ve kendilerini dünya insanların üzerinde haşa gölge ilah! gibi gören üst akıl denilen yada kendilerini öyle tanımlayan oyun kurucular, populist kültürün bilinç altına yaptığı baskı ile tanrı ve ölüm sonrası hayat inancını kaybeden milyarlarca insanı, virüs üzerinden ölüm korkusu ile dizayn ediyor. Çünkü korkan insan, sağlıklı düşünemeyen ve her türlü yönlendirmeye açık insandır. Hani bizim bir atasözümüz var: "Denize düşen, yılana sarılır." diye. Yüzme bilmiyorsanız denize düştüğünüzde, boğulma korkusu sizi yılana bile sarılmaya mecbur bırakır. Tarihteki gerçekleşmiş veba salgınları ile kıyaslandığında, etki alanı çok daha düşük ve küçük olan bu salgınla, insanların algılarıyla oynanarak insanlık bir amaca doğru güdülenmeye yönlendirmeye çalışılıyor olabilir mi?
Kur'an insanların çaresizlik içerisindeki psikolojilerini de şöyle haber veriyor: "İnsanların başına bir sıkıntı gelince yalnız Rabb'lerine sığınarak O’na yalvarırlar; sonra onlara kendi katından bir nimet tattırdığında bakarsın ki bir kısmı kalkıp Rabb'lerine ortak koşar. ﴾Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi safanızı sürün; ama yakında öğreneceksiniz!... İnsanlara bir nimet tattırdığımızda buna sevinirler; fakat kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir belâ gelse hemen ümitsizliğe düşerler." Bugün ülkemizde kendini elitist gören inancı zayıf kişilerin ve virüsün etkili olduğu ülkelerdeki kimselerin aynı psikolojide olduklarını gözlemliyoruz. Virüsün ölümlere sebep olduğu Çin, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri nasıl bir ilaha inandıkları konusunda net değiller. Ölüm sorması ile ilgili net bir inançları olmadığından dolayı şaşkınlık içerisinde sığınacakları bir melce'de bulamıyorlar. Bu durum, onlarda daha ağır psikolojik yıkıma sebep oluyor. Ülkemiz insanlarının Müslüman oluşu, vakıayı daha mütevekkil karşılamasının en önemli sebebidir.
Sel felaketleri, depremler, toprak kaymaları, tsunamiler, salgın hastalıklar, bunlar Allah'ın yeryüzüne koymuş olduğu sünnetullah, kainatın içerisinde var olan durumlardır. Ancak insanoğlunun yeryüzünde dengeyi bozması ve halifelik görevini yerine getirmemesinden dolayı, kainatın içerisinde var olan unsurlar, yıkıcı, yok edici, cezalandırıcı birer güce dönüşebiliyor. "Cahil cesur olur!" diye bir söz var. Cehaletimiz, cesaretimiz olmasın! Biz tedbirimizi alıp, üzerimize düşeni yerine getirip, aklımızı vahiy doğrultusunda kullanarak, sorumluluklarımızı yerine getirdikten sonra Allah'a tevekkül edelim. Paniğe, tedirginliğe, korku imparatorluğu kurmaya çalışanların ekmeğine yağ sürmeye gerek yok. Biz, "tedbir bizden, takdir Allah'tan!" inancını hayatımızda düstur edinelim. Gelecek belki de daha güzel gelecek...