Cenabı Allah nasip etti, bugüne kadar onlarca ülke ve yüzlerce yabancı şehir gördüm.
Gittiğim ülkelerin çoğuna mesleğim icabı gittim. Bazılarından hayranlık, bazılarından da hayal kırıklığıyla geri döndüm. Dünya üzerinde gitmeyi hiç istemediğim, görmezsem bir şey kaybetmem diye düşündüğüm yerler de var. Libya petrol ülkesi olması dolayısıyla hayalimde zengin ve modern bir ülke olarak yer etmişti. Halbuki ilk hayal kırıklığını havaalanında yaşamaya başladım. Libya bizi çok üzdü, zengin görmeyi arzu ettiğimiz ülke yerine, fakir bir ülke karşıladı bizi. Alçalan uçağın kanadından, yeşil ekili alanlar beklerken, çorak ve sarı bir görüntü ile karşılaştım. Sanırım bu petrolün getirdiği refah düzeyinin de iyi olacağı bir beklentiydi bu. Havaalanı polisine selam verdikten sonra pasaportumu uzattım, yanında ayakta duran sivil polis oturan polisin elinden pasaportumu aldı ve uzun süre pasaportumu inceledi. Zira pasaportumda Libya’nın ‘’bayıldığı!’’ batılı ülkelerin vizeleri ile doluydu. Pasaportu eline aldı, sayfaları çevirdi, tekrar tekrar ayni işlemi yaptı. Aradığı bir vize de yoktu. Gaye benim sinir ve sabrımı test etmekti.
Sınır kapılarında yirmi beş yılda onun gibi çok polis görmüştüm. Tatlı bir tebessümle olanları izlemeye koyuldum. Sonra biraz alaycı, biraz yarım ağızla sordu:
Polis: Ne iş yapıyorsunuz?
- İş adamıyım.
Polis: Buraya neden geldiniz?
- Sanıyorum pasaportumdaki batılı ülkelerin vizeleri dikkatinizi çekti, ben işadamıyım bu sebeple birçok Avrupa ülkesinini de gezdim. Elinizdeki benim üçüncü pasaportum dedim.
- Ayni sebeple ülkeniz vatandaşı olan müşterimizi ziyarete etmek için muhteşem ülkenize geldik diye devam ettim. Dut yemiş bülbüle döndü…
Bavulları almak için bagaj bandına baktık. O da ne, bu ne rezillik. Dört-beş uçuşun bavullarını ayni banda koymuşlar. Bandın başında bekleyenler üçlü dörtlü haleler oluşturmuş. Bırakın bavulu bandı görme imkanınız yok. Hac mevsim dönüşü olduğu için hacdan gelen zemzem bidonları, çuval çuval eşyalar mini bir dağ oluşturmuş. Havaalanı bit pazarına dönmüş. En az on kişi eşyaların üzerine ayakkabıları ile çıkıp bavullarını arıyor. Çalışmayan klima ve alan darlığı insanları daha da asabi hale getirmiş. Burada değil bavul adam kaybolur. Uzun bir bekleyişten sonra kontrolden geçerek Libya topraklarına adım atmış olduk. Çıkışta bizi sadece Arapça bilen müşterimiz karşıladı. İkinci bir dil bilmediği için yanında biraz ingilizce bilen genç birini getirmişti. Havaalanından çıkıp şehre doğru yaklaşık 70 km süren yolculuğumuz sırasında ilk dikkatimi çeken şey otoyolun iki yanındaki toprak yollar oldu. Yol boyunca evler ve dükkanlar var ama yolun ikinci sırası boş arazi veya toz, toprak, kum. Şehrin merkezine yaklaşıp otoyoldan ayrılınca, tam bir trafik karmaşasının içinde bulduk kendimizi. Kuralların olmadığı ya da uygulanmadığı bir trafik içinde nasıl ilerlenebildiğini ürkerek ve şaşkınlıkla gözlemledik. Mimarisi çirkin, plansız çeşit çeşit evlerin arasından geçerken bakkal dükkanı açılabilecek büyüklükteki dükkanlarda birbirine zıt ürünlerin satıldığını görmek hem şaşırttı hem de güldürdü. Geçtiğimiz yollar üzerinde bazen oldukça düzenli ve yüksek duvarlarla çevrili villaların olduğunu da gördük. Otelimiz Tripoli şehrine bir saat mesafedeki Sabrata şehrinde idi. Otel sıfır kilometre yepyeni. Otelde bizden başka misafir olmadığını öğrendik. Otelde çalışan üç tane bayan ve daha evvel Türkiye’de iki sene kalmış geveze bir işveren vardı. Çalışan elemanlar bize çok iyi baktılar. Her gün devamlı olarak meyveler ve çeşitli içecek ikramında bulundular.
Otel patronu bizde otelde çalışacak bay ve bayan eleman talebinde bulundu, lakin teklif ettiği fiyata sokak kedisi bile gelmezdi. Patronun olmadığı zamanlarda otelde çalışan bayanlar Türkiye’de çalışmak istediklerini söylediler. Kendilerine iş bulma konusunda yardımcı olmamız için hepsi telefon numaralarını verdiler. Bir de hatıra defteri hazırlamışlar yazmamız için ısrar ettiler. Yazdık tabi. Eşyalarımız otele bıraktıktan sonra müşterimiz bizi evine davet etti. Eve girdiğimizdeki şaşkınlığımız daha da arttı. Ev masal gibiydi. Devin şatosuna girmiş gariban cüceler gibi hissettik kendimizi evin büyüklüğü ve tavanların yüksekliği karşısında. Evin duvarlarında kırmızı ağırlıklı süslemeler ve birbiriyle alakalı ufak kapılar vardı. Bu kapılara ulaşmak için yapılmış merdivenler vardı. Başta kiler zannettik. Sorduk; meğerse başka odalara geçiş kapısıymış. Büyüleyiciydi!
Ortada iri bir sini üzerinde kilolarca pilav üzerinde kızarmış tavuklar, yanında envai çeşit içecekler, meyveler vardı. Sultan sofrası diyebiliriz. Yer minderleri üzerinde oturup yemeklerimiz yerken diğer taraftan iş sohbeti ediyorduk. Ev yüksek ve kalın duvarları çevrili idi. Geniş ve yemyeşil bahçesinde 7-8 çeşit meyve vardı. Bizi en iyi şekilde ağırladılar. Yüzümüzü tatlı tatlı okşayan rüzgarların eşliğinde bahçede ıhlamur ve nane çayı içtik. Yemekten sonra, işyerine götürdü. Öğle tatili olması sebebiyle yollarda tek bir kişi ya da arabaya rastlamadık. Hayalet bir şehirden farksızdı. İşyeri ana cadde üzerinde olmasına karşın toz toprak içinde idi. Gönderdiğimiz ürünler alt kattaki depoda atıl vaziyette idi. İtina ve temizliğin zayıf olmasına çok üzüldük. Leptis Magna denilen Roma Antik şehrine gittik.
Tripoli’nin 125 km doğusunda bulunan ve UNESCO Dünya Mirası listesinde koruma altına alınmış yer, köle ticareti, altın ve değerli taş ticaretinin getirdiği zenginlik ve kendisini çevreleyen verimli topraklar ile güç kazanmış. Daha sonraları Kartaca, Roma, Vandal ve Bizans egemenliğine giren Trablus 7. Yüzyılda Müslüman Arapların eline geçmiştir.
M.Ö. 7. yüzyılda Fenikelilerin kurduğu bu yerleşim yeri içimizi en çok sızlatan şey oldu. Denize sıfır geniş alandı. Muhteşem yapılar ve tarihi eserlerin bulunduğu yerin kapısı falan yok. Binlerce yıllık medeniyet, tarih ve kültür göz göre çürüyüp gidiyordu. Ne bir bekçi ne bir gözcü vardı. İnsanlar gezmek için boş vakitlerini geçirmek için buraya gelmişlerdi. Tüm doğal yıpranma, tahribat ve istilalara rağmen büyük oranda günümüze kadar gelmeyi başarabilmesine çok şaşırdık. Bu tarih başka ülkede olsa ülkenin en büyük gelir kapısı olabilirdi. Çok üzüldük. Buruk bir şekilde ayrıldık.
Ertesi gün…Tripoli’ye gidiyoruz. Yol üzerinde küçük yerleşim yerleri mevcut. Trafik olmadığı için yolculuğumuz rahat ve sakin geçiyor. Libya’nın çoğu yerini fetheden Osmanlı kuvvetleri 1551'de bu şehri kuşattılar. Kaleyi savunan Malta Şövalyeleri mağlup edildi ve altı günlük bir kuşatmadan 15 Ağustos'ta fethedildi.
Yeşil Meydan bir tarafında Osmanlı kalesi diğer tarafında İtalya koloni döneminden kalma binalar yükselmektedir. Libya Türkiye’nin iki katından daha büyük bir yüzölçümüne sahip.
Trablus'ta fuar alanı olarak kullanılabilen, Maetiga Havalimanı arazisi içerisinde orta ölçekli fuar var, ama şehir merkezine biraz uzak kalıyor ve ziyaretçi sayısı da az. Organizasyonlar genellikle devlet kurumlarının başı çektiği fuarlar oluyor. Fuarlar iki bölüm olarak ziyaretçilere açık bulunuyor. Öğleden önce ve akşam! Arada kalan 2-3 saatlik süreç boyunca fuar kapalı kalır. Bu da otele her gün iki defa gidip gelmek demektir. Uzak bir otel seçimi, Libya sıcağında bezdirici olabilir. Ülke iklimi fuar ziyaretçisinin davranışlarını da doğal olarak etkiler. Kamu kurumlarından gelecekler mesailerini daha verimli kullanmak için gündüz seansını, özel sektör ise hem sıcaktan korunmak hem de mesai saatlerini harcamak adına, akşam saatlerini tercih ederler.
Ömer Muhtar caddesinde üzerinden geçerken dünyaca ünlü bazı otellerin burada toplandığını görüyoruz. Bu oteller fuar merkezine yürüyüş mesafesinde. Libyalıların gerek sosyal gerekse siyasi sebeplere bağlı olarak yabancı dil seviyesi düşük düzeydedir. İngilizce bilenlerin oranı son derece azdır. Arapça bilen Türklere karşı sempati büyüktür. Merakımız üzerine Kaddafi’nin Bab-ül Aziziye Sarayının önündeki bulvardan geçiyoruz. Muhafız alayı evlere şenlik! askerlerin çoğu dışarıda sandalye üzerinde oturmuş sohbet ediyorlar.Disiplin eksi sıfır. Askerlerin tüfekleri yandaki sandalyeye dayanmış, şapkaları ise dizinin üstünde duruyor. Birden gözümüzün önünden ok gibi, zıpkın gibi dimdik Mehmetçik geçiyor. Bizim Libya’yı ziyaret ettiğimiz günlerde başkanlık koltuğunda Kaddafi vardı. Ülkenin her yerinde Kaddafi resimlerini görmek kaçınılmazdı. Ülkede halkın Kaddafi’nin adını söylemesi yasak ve ona “Amca” diye hitap ediyorlar. Ayrıca siyaset konuşmak ve yönetimi eleştirmek de çok büyük suçtu. Her taraf ajan kaynıyor. Zira taksi şoförlerinin hemen hepsi polisti.
Cuma…Sabrata’da otelimize yakın bir camiye gidiyoruz. Libya’da Cuma bayram tadında kutlanır. Herkes en güzel ve temiz yerel kıyafetleri giyer. Burası orta büyüklükte bir cami. Tiplerinden içlerinde Türklerinde olduğunu hemen anlıyoruz. Cami kalabalık. Her renkten ve her cinsten müminlerle beraberiz. Yaşlı hoca efendi iki saat Arapça vaaz veriyor. Söylediklerini anlamıyoruz ama cemaatin çoşkusundan etkileniyoruz. İki saat sonra hoca farz namazı kıldırıyor. Cemaat dağılıyor. Biz diğer sünnetleri kılmak çıkmıyoruz.
Trablus’ta gezilecek, görülecek yerler var tabii ama sayıları oldukça sınırlı. Yabancı olduğunuz genel görünüşünüz ve giyiminizden anlaşıldığı için çok rahat gezilebildiğimizi söyleyemeyiz. Başı açık kadın hiç görmedik, müstehcenlik ve ahlaksızlık hiç yok. Bazı genç kızlar pantolon üzerine uzun giysiler ve başı türbanla kapalı tarzda bir giyim tercih etmişlerdi. Bir rivayete göre ülkenin çeşitli şehirlerinde çalışan ve yaşayan 30 binden fazla Türk bulunuyor. Ancak bunların büyük bölümü kamplarda ve inşaat şantiyelerinde yaşıyorlar. Trablus’ta yabancılar için sosyal yaşam sıfır. Para harcaması yapılacak sosyal imkan olmadığı için para biriktirmeye ve tasarruf yapmaya elverişli. Sinema, tiyatro, konser ve futbol gibi etkinlikler son derece sınırlı. İş için batılı yabancılar 5 yıldızlı otellerde kalıyorlar. Şehir deniz kenarında olmasına karşın havası çok temiz, insanı boğan nem yok. Bazı yolları Avrupa şehirdekilerden farksız, temiz ve geniş. Ülkede ciddi bir trafik problemi de yok.
Başka bir gün…Diğer müşterimizi ziyaret etmek için Misurata’ya yola koyuluyoruz. Ülkenin en gelişmiş sanayi şehri Misurata Akdeniz kıyısındaki konumu sayesinde, ülkenin kuzeybatısının en işlek noktası olarak beliriyor. Libya’nın Trablus ve Bingazi’den sonra üçüncü büyük şehri olma özelliğini taşıyan Misurata, başkent Trablus’un 210 km kadar doğusunda, Bingazi’nin ise 825 km batısında bulunuyor. Misurata’nın komşuluğunda bulunan Kasr Ahmed Limanı’ndaki serbest ticaret bölgesi, bu potansiyeli artırarak harekete geçiriyor. İki buçuk saatlik bir taksi yolcuğu sonrasında Misurata’ya varıyoruz. Müşterimiz bizi çok sıcak ve samimi karşılıyor. Mağazasını görünce kendi aramızda küçük bir işletme olarak düşünüyoruz. Sonra bizi asıl depoya götürüyor. Sahil kenarında stadyum büyüklüğünde büyük deposunu ve çalışan 20 elemanı görünce şaşkınlığımız daha da artıyor. Bize mobilya sektöründe şehrin en büyük toptancısı olduğunu bildiriyor. Görüşmeler başarılı geçiyor, sonra yemek için balık lokantasına gidiyoruz. Yemeğimizi beklerken gözümüze televizyondaki türk dizisi takılıyor. 5-6 tane türk dizisinin yayında olduğunu öğreniyoruz. Gözünü kırpmadan ekrana sabit halde yemek yiyen Libyalılar bizi şaşırtıyor.Türk dizileri ve oyuncuları burada çok popüler. Bildiğimiz oyuncuların Arapça seslendirmeleri bize biraz tuhaf geliyor. Sonra dünyanın en büyük çelik fabrikalarından birini geziyoruz. Denize doğru uzanan çok uzun bir iskelesi var. Üzerinde doğrudan gemiye yükleme yapan raylı ve makaralı sistem mevcut. Fabrika ancak arabayla gezilebilecek kadar çok büyük. Limanda bir de çok büyük bir elektrik dağıtım fabrikası var. Gerçekten ülke ekonomisi için büyük yatırımlar. Yaşam standartları bakımından ülkenin diğer şehirlerinden daha iyi imkanlara sahip. Kuzey ve doğusundan denizle, güneyden uzun palmiye ağaçları ile çepeçevre sarılmış bir şehir. Ayrıca hurma ve zeytin ağaçları bölgenin en sık karşılaşılan bitki örtüsünü oluşturuyor. Müşterimiz bizi evine davet etti, zamanımızın darlığı ve akşamın ilerleyen saati olduğu için bu nazik davetini geri çevirdik. Hatta evinde konaklayabileceğimizi bile teklif etti. Bizim için taksi kiraladı, 2.5 saatlik Misurata-Tripoli yol ücretini kendisi ödedi. Bizi en iyi şekilde ağırladı. Yolda en az yirmi defa araç durdurulup, kontroller yapıldı. Şoförümüz polis, akşam saatlerinde mesai haricinde taksicilik yapıyor. Yolda trafik kontrollerini askerler yapıyor. Şapkasını taksinin ön camına koymuş. Trafik cezası yememek için kendince tedbir almış! Tripoliye yaklaştığımız sırada saatler gece 23:00 gibiydi. Yine iki asker tarafından durdurulduk. Araç içinden pasaportlarımızı uzattık. Şoförümüz Arapça bir şeyler söyledi. İkna olmadıklarını düşünüyoruz. Araçtan inip askerlerle koyu muhabbete daldılar. Pasaportuma bakan askerler derin derin beni süzdü. Misurata’ya neden gittiğimizi sordu. Doğrusu neyse söyledik. Şoförümüzün anlattığına göre ülkede Avrupa’ya kaçak giriş yapan diğer Afrika ülke vatandaşları ve buradan da Avrupa’ya kaçış yapmaya mülteciler varmış. Başta Nijer ve Burkina Faso ülke vatandaşları olmak üzere birçok Afrika ülkesi insanı Libya’da kaçak çalışıyormuş. Anlayacağınız Libya Afrika’nın Alamanyası olmuş! Bu sebeple yol kontrolleri çok sıkıymış. Genel hava: Dindar, nezih, hayâ sahibi bir toplum. Hangi camiye gittiysek kalabalık bir cemaat gördük. Camiler tertemiz. Abdesthaneleri ve tuvaletleri de öyle.
Sokaklarda arsızlık manzaralarına rastlanmıyor. Hanımların çoğu başörtülü. Libyalılar Faslılar gibi ruhunu kaybetmemiş. Ülke Fas ile yaklaşık ayni süre İtalya işgali altında kalmasına rağmen hiç kimse İtalyancanın ‘’İ’’ harfini bilmiyor. Halbuki Fas’ta herkes Fransızca konuşur, fransızca yazıyor, hatta bazıları fransız hayranı. Libya'da İtalyan etkisinden geriye sadece İtalyan kahvesi kalmış. Hepsi o kadar. Milyarlarca dolarlık inşaat ihalelerinin önemli bir kısmı Türk firmalarına veriliyor. Biz de yakın akrabamızın idareci olarak görev yaptığı inşaat firmasına gittik. Şehrin dışında Selahattin denilen bölgesinde onlarca şantiye mevcut. Kendileri Maliye ve gümrük bakanlığının işlerini yürütüyordu. Bize ülke ve şehir hakkında geniş ve aydınlatıcı bilgiler verdi, ülkenin batının uzun yıllar süren ambargonun kalkması sonucunda hızlı bir gelişme ve sanayileşme sürecine girdiğini, Kaddafi’nin ülkeye önemli hizmetleri olduğunu ve halkın sosyal refahı için müthiş hamleller gerçekleştirdiğini belirtti. Halka bedava un, ekmek ve gıda ve diğer tarım ürünleri dağıttığını, kişi başına yüzlerce dolar maaş bağladığını anlattı. En dikkatimizi çeken bölüm ise halk ile ilgili söylediği nankör açıklaması idi. Halk tembel, bencil ve keyfine çok düşkün. Bu nankörlüğü iktidarda olduğu dönemde peşinde olduğunu ifade ettiği eski başkanı sırtından hançerlemeye kadar gitti. Yaşadığı bir tatsız olayı da anlattı. Günün birinde bir adamın evindeki klimanın elektriğin kesik olmasını sebep göstererek koskoca şantiyenin elektriğinin kesilmesine sebep olduğunu da özel anekdot olarak bildirdi. Birçok örnek vererek Libya’lının cimri yönünü, bencil yönünü anlattı.
Duyduğumuzda şaşırdığımız konu ise Libya çöllerindeki buğday tarlalarının varlığı idi. Sonra bütün malzemeleri Türkiye’den gelmiş Bakanın lüks odasını gezdik. Her taraf Türkiye’den gelen birinci sınıf işçilik malzemesi ile döşenmiş. İnşaat firmalarında Türk mühendis ve işçilerin yanında diğer ülke vatandaşları da çalışmakta. Ekmek için, ailelerinin geçimini kazanmak için bu sıcak ülkeye gelmişler. Geceyi gözlerinde vatan hasreti ile buğulu Türk işçileri ile geçirdik. Hepsinin hikayesi farklı. Kimi köyde yarım kalan evini tamamlamak, kimisi üniversitede okuyan çocuğunu okutmak, kimi düğün masrafları için gelmiş buraya. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kahvaltı zili çalıyordu. Servis otobüsleri işçileri görev yerlerine bırakmak için sıraya dizilmişti. Bu ülkede sosyal hayat sıfır olduğu için tasarrufu yapmak, para biriktirmek için ideal. Türkler genelde Regata denilen semtte yaşıyorlar. Tripoli’de bildiğimiz 5 tane Türk lokantası var ve hepsinin de işlerinin iyi olduğunu anlıyoruz. Libya için söylenecek en kısa ve öz söz. ‘’gidilecek listesinde’’ yer alacak bir ülke değil. Hiç gitmeseniz de olur. Biz mecburen gittik. Libya’ya vize yok. İnsanları iyi, sakin. Bu sakin insanların Kaddafi’nin yıkılışına kadar uzanan devrimi nasıl yaptığını hala şaşırıyoruz. Türkleri ve Türk ürünlerini çok seviyorlar. Eğlenmek isteyen Libyalılar komşusu Tunus’a gidiyorlar. Yavuz Sultan Bingazi ve Kanuni döneminde Tripoli fethedilmiştir. Arabalarının çoğunun arkasında Afrika'daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan milli kahraman Ömer el-Muhtâr’ın resmi var. İşgalci İtalyan’lara karşı verdiği amansız mücadelesi ile tanınan, alim, mücahit insana bu azminden ötürü ‘’çöl aslanı’’ ünvanı verilmiştir. Gel zaman git zaman, vatanının bağımsızlığı için kellesini ortaya koyan Ömer Muhtar’ın Libya’sı, vatanını işgal etmek isteyenlere taşeronluk yapan yerli işbirlikçilere kaldı. Gelinen son noktada Kaddafi döneminde halkın cebine giren ülkenin petrol gelirleri batılı barbar ülkeler arasında paylaşıldı. Binlerce Türk işçisi Libya'dan çıkarıldı, şimdi işsizler.
Türk şirketlerinin Libya pastasından aldığı milyarlarca dolarlık dilim batılı ülkelere akmaya başladı. Kaddafi döneminde elektriğe, suya, doğalgaza, benzine para ödemeyen Libyalılar şimdilerde bir dilim ekmeğe muhtaç.
Gördüğümüz onlar ülke, yüzlerce şehir sıralamasında en alt sırada. Bize göre çok vasat bir ülke, çok vasat bir şehir ama Libyalılara göre ‘’Çölün Mücevheri’’.