Bilindiği üzere, İslam’ın en tehlikeli ilk döneminde bütün yaşamsal rizikoları göze alarak Allah Resulü’nün çevresinde örgütlenen çekirdek kadrodaki yıldızlardan biri ve sonradan bizzat Resul’ün “Eba Zerr, İslam’ın Mesihidir.” iltifatına mazhar olmuş bu idealist adamın ateşli bir karakteri vardı. Çabuk alev alıp parlayıveriyordu. Yürekli ve atılgandı. Daha önceki hayatında belli yerlerde kervanlara saldırıp soygunculuk yapan bir grup içinde korkusuz, azılı bir eşkıya olarak şöhret olup nam salmış, ancak son birkaç yıldır neredeyse kendi kabuğuna çekilmişti. Çünkü öteden beri içinde gerçeğe karşı aşırı bir duyarlılık taşıyordu. Ona göre, tek olan Allah’ı nihayet bulmuştu. Kendi usullerince O’na ibadet ediyor ve fırsat buldukça başkalarına putatapıcılığın anlamsızlığı üzerine nasihatler etmekten çekinmiyordu.
Kendi kabilesinden olan ve bir iş için Mekke’ye gidip dönen birkaç arkadaşının orada “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyerek insanlara Allah’tan bahseden ve ona bağlı bazı gerçekler ışığında yeni bir hayat tarzı öneren bir adamın ortaya çıktığından söz ettikleri anda Ebu Zerr’in aklında şimşekler çakmış, o andan itibaren içinde onu görmeye karşı dayanılmaz bir istek duymaya başladı.
Böylelikle, en kısa zamanda hazırlıklarını yaparak Mekke’ye doğru yola çıktı. Uzun bir yolculuğun sonunda Mekke şehrine geldiği vakit yüzüne çarpan ilk gerçek, Muhammed’e ulaşmanın sandığı kadar kolay ve tekin olmadığıydı. Zira o bir anarşist gibi tehlikeli olduğu kanısıyla toplum tarafından dışlanmakla kalmamış, aynı zamanda yakın takibe alınmıştı. Bu yüzden, deyim yerindeyse, faaliyetlerini yeraltında sürdürüyordu. Taraftarları gördükleri baskı, şiddet ve işkenceler yüzünden kendisiyle daha çok gece vakitlerinde gizlice görüşüyor ve yerini titizlikle gizliyorlardı. Kısacası, ona yaklaşmanın ateşe yaklaşmaktan hiçbir farkı yoktu.
İnsanlar başlarının belaya girmesinden korktukları için, onun hakkında konuşmaktan çekiniyordu. Dolayısıyla ilk birkaç gün boyunca sorduğu hiç kimseden bilgi alamamış, ancak vaz geçmek istememişti. Akşamlara dek onu arayıp soruyor, gecelerini ise zemzem suyundan içerek Kâbe civarında geçiriyordu.
Daha sonra, çarşıda Hz. Ali ile karşılaştı. Ne var ki, ondan da yanıt alamamıştı. Sonradan Hz. Ali durumu bildirince hakkında bir araştırma yapıldı ve zararsız biri olduğu anlaşılınca bizzat onun tarafından sıkı bir tedbir ve gizlilik içinde Allah’ın Resulü’nün yanına götürüldü. Kısa bir görüşmenin ardından Müslüman olmuştu; fakat ciddî bir sorun vardı: Ateşli mizacı ile sonsuz gerçeği bulmuş olmanın heyecanı birleşince tüm uyarılara rağmen dayanamayıp şehrin en işlek yerine giderek onu haykıracak, ama yaptığı bu zamansız çıkışın bedeli çok ağır olacaktı. Orada Hz. Muhammed ve öğretisi lehinde slogan atmaya başlayınca etraftakiler üzerine çullanmış ve orada bulunan Ebu Bekir onu kalabalığın elinden kurtardığında “kandan bir heykel”den farkı kalmamıştı.
Ebu Zerr ilk dört devlet başkanından sonraki dönemde valilerin makam konutları yaptırmaya başladıklarını görünce harekete geçip onları tek tek dolaşarak ikazlarda bulunmuş, hatta daha sonraları sırf bu yüzden bazı valileri makamlarında tokatlamıştı; oysa Allah’ın Elçisi’nin ve raşit halifelerinin zamanlarına kıyasla o gün “Kendinize saraylar yaptırıyorsunuz! Allah Resulü’nün ve halifelerinin döneminde böyle şeyler yoktu!” diyerek tepki gösterdiği o makam konutları, olasılıkla bugün varoşlarda yaşayan en yoksullarımızın oturduğu derme çatma gecekondulardan daha gösterişli yapılar değildi.
Hayatının son dönemleri, dünya hırsına, makam sevgisine ve eşitsizliğe karşı yoğun bir mücadele ile geçti. Bütün çabalarına rağmen, yolunda gitmeyen işlerin önüne geçebildi mi peki? Hayır! Hırsın seli çok güçlüydü, önünde fazla tutunamadı. Bir düşünürümüzün “çölden, isimsiz ve yoksul bir arkadaş” diye tanımladığı bu harika adam, makam hırsının, gösteriş tutkusunun ve adaletsizliğin önüne set çekebilmiş olmanın huzuru içinde ölmedi; ancak bize Allah’ın Resulü’nün yaşam biçimini savunmanın ne denli önemli ve sürekli bir toplumsal ödev olması gerektiği konusunda elmastan bir düşünce mirası bırakmış oldu. Nitekim vefatının ardından, çevresinde bulunanlar, sağlığında hiç kimsenin hakkıyla anlayamadığı bu güzel ve gizemcil adam hakkında Güllerin Efendisi’nin çok önceleri söylemiş olduğu şu anlamlı sözler üzerinde çokça düşünme gereksinimi duyacaktı:
“Eba Zerr yalnız yaşar, yalnız ölür ve mahşerde yalnız başına haşredilir. Tıpkı, tek başına bir ümmet gibi…”