Kendini dinlemek için çıkmıştı evden. Evden mi çıkmıştı ev mi kapı dışarı etmişti, emin değildi. İnsan nasıl çıkar kendinden ve nasıl gelir kendine? Çıkıp gidivermek ve isteyince geri dönmek bu kadar mı basit? Bu suallerin peşine düşen birine, çıkıp bir insan evladı “kendine gel!” diye haykırmalı.
Kimi zaman kelimeler susmak içindir. Susmak “konuşmamak” değildir, kelimenin vücut bulmamış hali susmakla başlar ve her susan belki çok daha güçlü konuşabilmektedir. Kendini dinlemeye niyeti olan susmayı değil, konuşmamayı göze almış olmalıdır. Bize düşen susup, dönmekse gönlümüze, hangi yola düşmeliyiz?
Tüm bu savrulmuş cümlelerin cenderesinden ve daldığı heyula fırtınanın içinden derin bir koku çekip aldı onu. Nerdeyse tüm sokağı tesiri altına almış o derin rayiha… Eski bir sokak; tarih var, şehir var, adam gibi adam var… Taş döşeli dar yol, her iki tarafında camları isli, demir parmaklı karanlık dükkânlar. Eski bir ahşap kapıyla giriliyor sokağa, muhtemeldir ki yıkılıp tarumar edilmeden önce büyük bir handı burası. Sabah gün doğarken açılmış tüm kapılar, kapıların üzerinde bırakılmış anahtarlar. Sahi, adam kendini dinlemenin peşine düşüp, nasıl geldi buraya kadar?
Sokağın başına geldiğinde farkına vardı adımlarının peşine düştüğünü. Bir güzel dostun, iki satır muhabbetin, demlenmiş hüzünlerin toplamıydı yolunu buraya düşüren, daha ne olsundu. Tam da bu yüzden “Neden bu sokak ve neden bugün” sorularını sormadı, gerek de yoktu eskiye dair soruları, yüklemenin kadere.
Yüreğine kadar gelip dokunan, içine çeken o koku çağırmıştı belki onu buraya. Bu kadar içli ve yoğun bir kokuyu duyup kayıtsız kalmak ve anımsamamak ne mümkün! Bu kesif ve derin kokunun bir maziye ait olduğu da kesin…
Sağlı sollu dükkânların önünden geçerken, kapının önünde oturan esnafların bakışlarıyla takip edildiğinin farkındadır adam. Buraya ait olmadığı için mi yadırganmış, yoksa ait olduğu yere neden geç kaldığına mı şaşılmıştır? Bu garipsenmenin önüne ne geçer, aslında buraya ait olduğunu nasıl ispat eder şimdi bu adam? Neden geç hatırladı, bir selam ve iki kelamın tesirindeki sırrı?
Selam verdi sağdaki nalbura, merhaba dedi köşedeki simitçiye. “Teyzem nasıl” diye sordu demirciye. Demirci baktı önce, şöyle süzdü uzun uzadıya, “kırk yıl olmuş evladım, ne öte git demiş, ne kem bir laf işitmişim, kör topal idare ediyoruz işte” deyip gülümseyiverdi adamın yüzüne. Adam güldü, çaycı çocuk güldü, simitçi güldü.
Kendini dinlemek için evinden çıkıp yollara düşen adam, neden şimdi bu insanların içinde, onlarla konuşup iki laf etme derdinde? Kendi kendine kalmak isteyen, yalnız kalabileceği bir yere gitmeli belki. Hatta evden çıkmaya gerek de yoktur. Ve lakin kimi zaman; kendini dinlemek için aksi seda gerektir, “seni” sana diyecek cesur bir yüreğe muhtaçsındır ya hani. Adam, bu derin düşüncenin de peşine düşmek istemedi, kokuyu takip etmeli diye geçirdi içinden ve sadece yürümeyi tercih etti yeniden.
Tütün sarıp söylenmekle meşgul ihtiyar bir amca, çayı geç geldi diye kızmıştır kanımca. Kehribar tespihini aynı ahenkle çekmeye devam ederken muhtar, hemen yanında, bir mevzuyu hararetle anlatan komşusu semerci var. Dövülen demirin sesi, bakırcıların yumuşak darbe sesleriyle birleşiyor. İleride, kıvama gelmiş bir alış verişin tatlı telaşı taşıyor hana. Kalaycının tezgâhından gelen kalay kokusu, körüğün çıkardığı köz kokusu, ıslak sokağın nem kokusu, aktardan gelen ıhlamur kokusu, her türlü koku vardı ve her koku bir hikâyenin masalını anlatıyordu.
Adam, selam vere vere, hayırlı işler diye diye, kendini dinlemek için geldiğini unutmuş olmadan, sokağı yürümeye devam etti. İçli ve nazenin bir endamı vardı sokağın, seni bekler gibi, bizi bekler gibi salınıyor kaldırımlar boyunca. Önünde üç beş bakır ibrik, büyük bir alem olduğu halde bir bakırcının önünde durdu. Dükkânın orta yerinde ateşi harlanmış bir ocak, ocağın yanında mangal, mangalda kızarmaya devam eden közler ve mangalın üzerinde bakır bir cezve…
Adam, elini bağrına götürerek selam verdi… Bakırcı, sondaki “a” sesini uzatarak aldı selamı. Adam, “Kahve dediğin sade olmalı değil mi azizim” diye soruverdi. Usta, “eyvallah” dedi, yüzünde alabildiğince sakinlik ve mütebessim, usulca söyledi; “Gel Paşam gel, cezvenin bakırı, kahvenin sadesi, gönlün mü çağlayıp taşar, iki laf edecek birini mi arar, gel otur, söyle Paşam, söyle hele…”