Yaşadığımız olayların kimisi toplumsal infiale sebep olacak kadar korkunç olabiliyor. Aslında her olayın seyri kendi içinde etkileyici ve sarsıcıdır. İçinde yaşadığınız toplum, değer yargılarınız, inançlarınız, gelenekleriniz vakıaya bakış açınızı ve etkilenme sınırınızı belirler.
Hakkın ihlal edildiğini düşündüğümüz, zarara uğradığımızı hissettiğimiz, kural ve kanunlara uyulmadığını gördüğümüz zaman; bunun bir karşılığının, bedelinin ve cezasının gerektiğini düşünürüz. Hatta kendimize göre bir cezamız, kestiğimiz bir fatura vardır. Bu haliyle baktığımız zaman kişiye göre değişebilecek bir ceza sistemi gelişebilir. Doğru mudur sizce?
Sahi, sizin adalet sisteminizde nasıl bir ceza uygulaması var? Siz derken bizzat “seni” kastediyorum. Hangi suça hangi cezayı layık gördünüz, layık demişken suça layık ne olabilir ki? Verdiğiniz cezanın caydırıcı mı olmasına dikkat ettiniz, yoksa içinizi rahatlatmış olmasına mı? Temel ölçünüz nedir cezada? Neye ve kime göre adil olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Size göre hangi ceza tam da suçun karşılığıdır? Cezayı verirken suçu nasıl tarttınız ve tartınızda suç ve ceza hangi ölçü birimi ile tartılıyor? İdam mı ama nasıl; elektrikli sandalye, yağlı urgan, kurşuna dizmek… Hapis mi; hücre, kapalı, açık… Uyarmak da bir nevi ceza olsa gerek, aç bırakmak, para almak da cezalardan bazıları. Mesela yere tükürmek suç mu, suçsa cezası ne olmalı? Şimdi bunu tükürene sorsak başka, ceza vericiye sorsak başka uygulamalar olacağına göre, hangisi hakkı eda etmiş olacaktır?
Cezanın, cezayı verene mi faydası olacaktır, verilene mi? Suçtan vazgeçirmek ve hatta suçtan etkilenen ile suçu yapan arasında bir sulh, bir ortak nokta, bir helalleşme sağlayabilmek akla uygun gibi görünmektedir. Peki, toplumun diğer kesimleri, kamu vicdanı nasıl rahatlayacak ve kamu zararı nasıl telafi edilecektir?
Görüldüğü üzere “bana göre” diyerek başlayan her cümle ve yargı eksik ya da fazla olacağı gibi, adalet tanrıçası Themis’in elinde tuttuğu terazinin de dengesini bozacaktır. Tanrıçalardan filan adalet beklediğim sanılmasın, sembol olarak yargı sisteminde kullanıldığı için anmış oldum. Bununla birlikte, adil olmanın terazi ile direk bağlantısı olduğuna inancım sonsuz. Yüce Peygamberin ısrarla ölçüde hassas olmamızı istemesi beyhude değil elbet.
Madem bir ceza vereceksiniz, gerek ceza verdiğiniz kişi yani suçlu, gerekse cezayı kesen yani hâkim, her ikisinin de gönlünde bir maraz ve şüphe, kin ve aldatılmışlık duygusu kalmamalı. Sadece bu tek başına yetmiyor elbet; bu suça bu cezanın verilmiş olmasından öncelikle halk da razı gelmeli, kamu zararı tazmin edilmeli, örnekliğiyle sonraki suç ihtimalini engelleyebilmeli ve nitekim Hakkın affediciliğine vesile olmalı.
Sana, bana, ona göre verilen cezalar değil, “sallandıracaksın bunlardan iki tanesini, bak o zaman!” anlayışına göre değil, “barbarca cezalar zamanı geçmiştir” ucuzluğuna göre hiç değil, adilane bir ceza sisteminin işletilebildiği hukuku inşa edebilmeliyiz.
Tebuk seferine katılmayan üç sahabe hakkında "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118) emri ilahisinin ve bu olaydaki ceza anlayışını tekrardan hatırlamak icap ediyor sanırım.