Benim Sıhhiye’de mukim Ramazan abim var. Meczup. Kir ve isten ikinci bir deri edinmiş kendisine. Geçen yıl; keyifli bir günümde denk gelmişti. Baba merhaba dedim. Takım elbiseliydim. Yarım bir bakıştan sonra merhaba dedi. Elinde kalemi, ha babam yazıyordu ve ben bekliyordum. İki sigara çıkarıp yaktım ve birini ona verdim. Ramazan abi’nin konuştuğu insan sayısı üçü-beşi geçmez. Kendisini yirmi yıldır tanıyanlar söylüyor bunu. Nedir ki beni kendisine yakın bulduğundan ve kırtasiyeci Ömer’in de tavassutuyla tanışır ve konuşuruz dört-beş yıldır. Ramazan abi’ye para verirseniz küfür eder gibi bakar yüzünüze. Para ve hiçbir şey istemez kimseden. Üçü-beşi geçmeyen arkadaşları bakar kendisine. Çevrecidir. Çöpleri yakıp ısınır. Entelektüeldir. Elinden kalem düşmez ve Gazap Üzümleri’ni on kez okumuştur. Sigaram bitmek üzereydi. Başını çok da kaldırmadan aşağıdan yukarıya süzdü beni. “Baba” dedi, “biliyor musun kravatlıların yavşaklıkta fazlasıyla payı vardır.” Gülümsememek mümkün değildi. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden geliyordum ve Ramazan abi cuk oturtmuştu. Çünkü yetkilisi olduğum şirketin parasını almak için gereksiz kibarlıklar yapmam gerekmişti. Ben kibarlık dedim ya siz yavşaklık anlayın. Yine yazmaya durmuştu Ramazan abi. “Baba ben gidiyorum var mı bir isteğin?” diye sordum sormasına ya sigaramı, kibritimi, çantamdan çıkardığım iki kalem ile yeni ajandamı çuval ağzına benzeyen paltosunun cebine usulca bıraktım. Eline de biraz para sıkıştırdım. Tam gidiyordum ki kolumdan tuttu. “Baba” dedi, “şimdi şurada, ‘ulan yavşak’ diye bağırsam kaç kişi bakar?” Başımı kaldırıp etrafa baktım. Her üç-dört kişiden biri kravatlıydı. “Bilmem” dedim gülümseyerek ve yoluma devam ettim. Yirmi metre kadar ancak uzaklaşmıştım ki Ramazan abi’nin o tertemiz sesini yüksek perdeden duydum. “Ulan yavşak!” Durdum, geri döndüm, Ramazan abi’nin başı yarı yarıya eğikti ve bana muzipçe göz kırpıyordu...
x x x
Gençtim, çok gençtim, toydum, bilmiyordum. Manitalarımız vardı ve sevmek, seviyorum demek, günün ve gecenin belirli saatlerinde manitalarımızın sokağından geçmekti. Sevdiğimiz kızlarla konuşmak yabancı dil bilmek kadar zordu. Bir düğün sonrasında, şansım yaver gitmiş, yanına düşmüştüm. Yabancı dilim yoktu, bir kızla nasıl ve ne konuşulur bilmiyordum. İlk cümlelerimi kekeleyerek ve ağzımın içinde söylediğimi iyi hatırlıyorum. Ki manitanım verdiği cevapları duyacak kulaklarım da yarı yarıya sağır durumdaydı.
Abilerden duymuştum, kızlar şiir severdi. İnmemize yakındı. Güzel ve gelecek vadeden şiirsel cümleyi bulmuştum.
-Senin için bütün gemileri yakarım!
Duymuş ama anlamamıştı, “anlamadım” dedi, tekrar etmeliydim. Yeni yetmeliğin o mahcup olduğu kadar da hoyrat duruşuyla ve sesimi biraz daha yükselterek tekrarladım:
-Senin için bütün gemileri yakarım!
O benden de cahil, acemi ve toydu. Nazlanmış ve şımarmıştı. Duymamıştı. Bilmiyordu. Okumamıştı. Yalnız ama yalnızca cevap vermiş olmak için şımarık ses tonuyla, şöyle demişti:
-Ayy, ben yangından çok korkarım!
Otobüs durmuş, şiir kaybetmiş, bütün gemilerim batmıştı.
x x x
Gidenler; korkularından, yenilmişliklerinden, vazgeçmiş olmaktan, bıkmaktan, mahcubiyetten ve her halükârda en derinlerinde bir yerlerde, kaybetmiş ve eksilmiş olduklarından dolayı susarlar.
Giderken susarsın.