Yine bugünlerde, bazı televizyon kanallarında yapılan programlarda, bütün cemaatlerin kapatılması dillendirilir oldu. Halbuki bir fikir veya inanç; baskı, yıldırma ve kapatmalarla yok edilemez.
Bugün insanlığın geldiği son nokta, fikre karşı fikirle mücadele edilmesidir. Bu durumda her inanç ve fikir sahibinin, cemaat ve dernek çatısı altında toplanması gayet doğaldır. Şiddete başvurmadan farklı fikir ve inançlarını dillendirmek, bir insan hakkıdır. Zecrî ve polisiye tedbirlerle, fikir ve inançları yok edemezsiniz. Merhum Turgut Özal’ın dediği gibi “Fikirler de serbest piyasaya dökülmeli, sağlam olanlar yükselmeli, sağlam olmayanlar piyasadan çekilmelidir.”
Ancak şu anda mevcut olan cemaat yapılanmaları ne durumdadır? Eleştirel olarak bu konuya da göz atmamız gerekiyor.
Rasulullah (sav) ve dört halife döneminden sonra, kaybettiğimiz değerlerin başında, eleştiri ve muhalefet kültürümüz gelmektedir. Eleştirmek, seçici davranmak demektir. “Toptan kabul veya toptan ret” hastalığına düşmeden, iradesini ortaya koyarak doğruyu yanlıştan çekip çıkarmaktır. Hakkı batıldan, eleyerek ayrıştırmaktır. Vahiyden beslenen aklını devreye sokarak iradeli hareket etmektir. Çünkü eleştiri, bir irade kullanma sanatıdır. İradesini kullanan seçiyor demektir. Zira irade, seçme işini gerçekleştiren bir melekemizdir. Neyi seçiyorsanız eliyorsunuz demektir. Öyleyse eleştirmek, eleyerek almaktır.
Akıl-irade ikilisini devreye koymazsak; “Sen beni izlemeye devam et. Benim yaptıklarımı ölçü olarak al. Benim gibi hareket et, benim gibi düşün, aklını, iradeni bende yok et” diyerek insanları tek tipleştirip sürüleştirenlerin konu mankeni haline geliriz.
Bir takım cahil çevrelerde “Şeyhim bana içki iç dese içerim, çünkü vardır bir hikmeti” şeklindeki sapmanın gerisinde, akıl ve iradeyi devre dışı bırakarak eleştiri yeteneğini kaybetmek yatmaktadır. Bu meleke kaybolunca da doğruyu yanlıştan eleyerek alma diye bir irade ortaya konamayacaktır.
Bugün birçok tarikat ve cemaatte “Söz dinle, teslim ol, itaat et” cümlesi, sanki bir iman esasıymış gibi dillendirilir. Elbette bir söz, sonuna kadar dinlenmelidir. Fakat dinlenen her söz, teslim olunacak söz olmayabilir. Delilli bir şekilde söylenmiş ve karşı tarafı ikna etmişse, bu doğru söze şapka çıkarılmalı ve teslim olunmalıdır. Fakat “her ne söz olursa olsun; şeyh, hoca, lider veya üstat söylediği için dinlenmeli ve kayıtsız şartsız teslim olunmalı, o sözün sahibine itaat edilmeli” denilmek isteniyorsa, bu anlayış, istişareyi emreden Kur’an’a saygısızlıktır.
“Söz dinle, teslim ol, itaat et” sözü, Müslümanlar arsında papalık ihdas etmektir. Bilindiği gibi Hıristiyanlıkta din adına söz söyleme ve kutsal kitabı yorumlama hakkı papanındır. Onlara göre papa, hata etmez ve yanılmaz. O ne söylerse dinlenilir, teslim olunur ve itaat edilir. Dün böyle idi, bugün de böyledir.
İslam’da, konumu ve ilmî derecesi ne olursa olsun, hiç kimsenin sözü mutlak doğru değildir. Çünkü insan hatadan uzak değildir. Peygamberimiz ve diğer peygamberler de “zelle” denilen hatalar işlemiştir. Bu hatalar onların derecesini düşürmez, insan olduklarının bir yansımasıdır.
Öyleyse İslamî yapılanmalarda lider konumundaki kişiler “Ben ne söylüyorsam dinleyin, teslim olun, itaat edin ve beni kitleye taşıyın” diyorlarsa, bu anlayışlarını Kur’an, sünnet ve sahabe uygulamasının formatından geçirmelidirler.
İdeal cemaatte “Müslümanların işleri kendi aralarında istişare iledir” (Şûrâ:42/38) ayeti gereği, istişare ile ortak akıl oluşturulur, Müslümanlar da bu ortak akla göre idare edilirler.
“Şura”yı noter gibi onay makamı olarak kullanan liderler, etraflarında tahkik ehli değil, taklit ehli görmek isterler. Kafası saltanata endeksli biri, farklı görüşlere tahammül edemeyecektir. Onun hazzettiği insanlar da taklit ehli yalaka tiplerdir. Kafasını kiraya vermeyenler, onların hiç sevmediği insanlardır.
Bütün bunlardan şu sonuca varmamız mümkündür: Her türlü istismar aşağılıktır, adicedir. Fakat istismarların en âdisi ve en alçağı; itaat, cemaat, beyat gibi dinî kavramları istismar ederek insanları kendine çağırmaktır. Kendilerinin ve yapılanmalarının, Nuh’un gemisi olduğunu, bu gemiye binmeyenlerin kurtuluşa eremeyeceğini söylerler. İnsanları; Allah’a ve Rasûlüne yani Kur’an’a ve Sünnete çağırmayıp kendini ya da cemaatini veya tarikatını onun yerine koyarak insanların kafasına girenler, bolca haşhâşî üretirler. Hipnozlanmış bu haşhâşîlere bu saatten sonra ayet ve hadis okumak bir mana ifade etmeyecektir. Çünkü onun “doğruları”, Fetö mensuplarında olduğu gibi “hoca efendinin ya da efendi hazretlerinin” dile getirdikleridir. Kargadan başka kuş tanımayan bu tiplere, hangi güzel kuşun tarifini yaparsanız yapın, o hep “karga”dan bahsedecektir. Çünkü o artık müzmin bir haşhâşîdir. Allah, insanımızı onların tuzağına düşmekten korusun.
Bugün İslamî cemaatlerin en büyük yanılgısı; seçime dayalı olan dört halife dönemi ile saltanata dayalı olan ondan sonraki dönemleri birbirinden ayırıp halifeler dönemini överken kendi yaptıklarının saltanat döneminden daha katı bir liderlik olduğunu görmezden gelirler. Seçime giderek kamu hukukunu devreye sokmazlar. Aslında kamu, kendini idare edecekleri seçme hakkına sahiptir. Ama otoriter liderler seçime gitmeyerek Emevilerle başlayan kamu hukukunun gasbedilmesine katkı vermiş olurlar. Fakat sorarsanız “saltanata karşıyız” derler.
Bu liderlerin seçip oluşturdukları şuura da sadece kendi kararlarının onay merciidir. Liderlerin ya da etrafındaki elitlerin görüşlerinin onay makamıdır, noteridir.
Liderleri lider yapan şey, cemaat mensuplarındaki körü körüne “gönüllü bağlılık” psikolojisidir. Bu bağlılık değil, “bağımlılık”tır. Mensuplar, bu “bağımlılık”tan gizli bir zevk alırlar ve liderler de bu bağımlılıktan sonuna kadar istifade ederler. Bu bir hastalık halidir. Hastalıklı toplumlar ise liderlerini tüm iyiliklerin kaynağı olarak görürler. Yücelttikleri liderler hakkında uydurdukları efsaneler ve menkıbeleri yaygın bir şekilde kullanırlar. Her türlü fedakârlığı yapmaktan çekinmeyen cemaat mensubu da liderinin erişilmez bir dev olduğuna inanır. Böylece “gönüllü körlük” ile yapılan bu bağımlılık, koparılması imkânsız bir bağa dönüşür.
Gönüllü körlükle oluşturulan bu bağımlılık örgüsüyle örülmüş bir cemaat yapısı içerisinde kendini ifade edenler, her söyleneni sorgulamadan kabul etmeyenler, âdabınca, erkânınca ve ahlakınca muhalif fikir geliştirenler istenmez, dışlanır ve sonunda harcanarak cemaat dışına itilir. Bir nevi aforoz işlemi uygulanır. Yani lider ve yalakalarının oluşturduğu sultanın hâkim olduğu bir cemaat yapılanmasında, farklı görüşlere pek yer verilmez ve sahipleri harcanır. Böylece Müslüman kişiliğin gelişeceği ideal cemaat gitmiş, yerine kimliklerin ve kişiliklerin kaybolduğu otoriter bir cemaat gelmiş demektir.
Halbuki “Cem olmak”, “bir tek/tektip” olmak değil, “bir ve beraber olmak” demektir. Cemaat çatısında bir araya gelenler, kendi kişiliklerinden sıyrılmadan hizmetlerini sürdürürler. İmanlarını, akıllarını, güç ve yeteneklerini, kapasitelerini, irfan, izan ve imkânlarını “cem” ederler.
Bugün cemaatlerin hali pür melâli maalesef budur. Fetö’den ders alarak aynaya bakıp kendilerine çeki düzen vermelidirler. Cemaat gerekli fakat yukardan beri saydığımız; istişarenin içini boşaltarak otoriteleşme, bir kişinin iki dudağından çıkanla idare edilme yani tek adamlık, muhalif fikirlere tahammül etmeme, yönetimi seçimle oluşturmama, gönüllü körlük ve cemaati Emevi usulü idare etme gibi olumsuzluklardan arındırılması gereklidir. Yoksa her cemaat, kontrolsüz gelişme sayesinde güç kazandığında FETÖ’leşecektir.
Bütün bunlardan sonra son sözümüz; sosyolojik bir gerçek olan cemaatler kapatılmamalı, kendilerini -arz ettiğimiz ilkeler doğrultusunda- gözden geçirerek sorunlarını çözmelidir.