Bir Çin atasözü: “Bugün hayatınızın geri kalanının ilk günüdür.” der. İlk bakışta çok basit, çok düz bir mantıkla söylenmiş gibi görünen bu söz, biraz düşününce insana çok şey söylüyor. Çağın insanları olarak, aynı telaşın içinde eriyip gidiyoruz. İşlerimiz belli bir plan çerçevesinde, her gün aynı işlemleri tekrarlayarak yaptığımız eylemlerle sürüp gidiyor. İşimize en ufak bir sanat katma özgürlüğümüz yok. Rutin, belli bir süre sonra monotonlaşıyor. Ruhumuzun kendinden bir şey katma isteği, kurallarla çevrelenip, hapsediliyor. Bu da bunalımlara, streslere yol açıyor. Bugünü, ilk gün görmememiz, hayatımızı tazelemememize sebep oluyor ve her gün, aslında sayılı olan ömrümüzden, hazırlıksız olduğumuz sona doğru bir adım oluyor bilinçaltımızda. Bu durum insanı sanılandan fazla etkiliyor. Çünkü herhangi bir hazırlığı olmayan bizler, varacağımız kapıdan korkuyoruz. Bu korku ile yaşanan hayat ne kadar renkli olsa bile içimize sinmiyor, zevk alma yetimizi körelterek ya durduğumuz yerde duramaz oluyoruz ya da kabuğumuza çekilip yalnızlaşıyoruz.
Hayatın durağanlaşması, bir tür çürümeye yol açıyor. Birbirinin benzeri günler insanı bıkkınlaştırıyor ve dünyadan koparıp, kendi yalnızlığına mahkûm ediyor. Mevlâna’nın, bu hali de içine alabilecek şu tespiti, bu konuyu anlamamızda bize yardımcı olacaktır: “Testideki suyu denizden ayırma da içindeki tatlı su kokmasın, içilmez bir hale gelmesin; çünkü durgun denizin yardımından mahrum su, hoş olmaz; güzel rengi de gider, güzel kokusu da güzel tadı da.” Kendi eksenimize takılıp kalırsak, yalnızlaşmamız önlenemez. Hayattan kopmadan, kendi hayatımızı temin etmemiz gerek. Her günü yeni bir başlangıç olarak tayin etmeli ve hakikatin bir parçası olmaya bakmalıyız.
Çağın en büyük çıkmazı da burada zaten. Makro düzeyde tezahür eden hayat, hakikatten değil de insan nefsinden referans aldığı için, mikro hayatları, insan fıtratından çıkardığı gibi yormakta, usandırmakta, çürütmektedir. Bu düzen huzurun yerine konforu, neşenin yerine eğlenceyi, zanaatın yerine fabrikasyon üretimi koyarak, insanı yaratılışın dışında bir hayata zorlamaktadır. Oysa ömür dediğimiz şey her insana sadece bir kere verilen bir nimettir ve insan ondan hem fiziksel hem ruhi güzellikler devşirerek yaşamalıdır. Her yeni gün bir başka hayata gebedir. İnkişaf eden bir ruhu vardır insanın. Bu ruhu beslemek, hayatı zenginleştirerek mümkündür. Bu zenginliğin maddiyatla da direkt bir ilgisi yoktur. Bu zenginlik, insanın özünden türeyen bir üretime girmesi ile mümkündür. Üretmek, insanı mutlu kılar. Fabrikasyon bir üretimden söz etmiyorum burada. İnsana zanaatını gösterecek, ürettiği şeye kendi imzasını atacak imkanlar sunmalıdır iş hayatı.
İnsan sadece mesleğinden ibaret değildir. Boş zamanlarını heba etmemesi ve o zaman dilimlerinde kendisini iyi hissedeceği uğraşlar bulması gerekir insanın. El becerilerini gösterebileceği, düşüncesini, hayal gücünü ortaya koyabileceği alanlar açmalıdır kendine insanlar. Güzel dostlar edinmek, iyi kitaplar okumak, şiirler ezberlemek, türküler dinlemek ruhu gıdalandıran şeylerdir. Bu estetiği hayatına katan insanın dünyası bambaşka bir yörüngeye oturur ve her sabah doğan güne tazelenerek başlar.
Dünya, yaşadığımız yer... Faniliğine rağmen hırslı bir yüzü vardır. Bu aynen insana da yansır ve insanı bir savaşın ortasına çıkarıverir. Malla, şöhretle ve şehvetle kışkırtılan insan durmadan dinlenmeden bu rüyanın peşine düşer. Bindiği dalı kesen Hoca Nasrettin gibi, o da yaşadığı dünyayı yok etmenin eşiğine doğru sürükleyip götürür. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, kutupların erimeye geçmesi, betonlaşan şehirler, metal çöplüğü haline getirilen uzay... Hepsi insanoğlunun bu hırsından doğmaktadır. Çağ, bunu sunmaktadır insana ve insan da büyük bir gafletle almaktadır ambalajı janjanlı bu ikramı! Yazımızın başından beri saydığımız etkenler bu hırstan doğmakta ve insanı buhrana, strese ve kalabalık şehirlerde yalnızlığa mahkûm etmektedir. Bundan kurtuluşun küçük reçetesini verdik yukarıda. Şimdi sıra esas tedaviyi anlatmakta. Kur’an, Rad suresi 28. ayette “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” diyor. Bu aynı zamanda dünyaya saplanıp kalmış çağın insanına bir kapı açıyor ve uyarıyor. Bu zikir dille yapılan zikir olduğu kadar, hayata atılacak adımlara da yansıyacak bir zikirdir. Allah’ı anmak, ruhları teskin ederken iki cihanda mutlu olmanın da ilacı oluyor. İbadetsiz insanın zararı her şeyden önce kendinedir. Bu, maddi manevi bir ziyandır ki hem beden çeker hem de ruh...
Seher vakitleri Müslümanlar tarafından ihya edilir. Duymadığımız kanat sesleriyle ve görmediğimiz meleklerle zenginleşir zaman. Seher bizim, ruh bizim, Allah bizimdir. Gelin çağa bir mola verip, saati huzurun ilk gününe kuralım.
Sevgiyle kalın.