Onu ilk defa mahalledeki sağlık ocağının önünde simit satarken görmüştüm. Hemen her mevsim üzerinden çıkarmadığı deri yeleği, okuma gözlüğünü asmak için kullandığı zincir, her gelene “buyur evladım” deyişi sanırım kendiyle bütünleşmişti. Oysa beni sarsan şey; simitçi tablasının yanında iki eli bağlı, boynu bükük, sabitlenmiş bakışlarla, yolu izlemesi idi.
Karşı kaldırımın daha işlek ve eczanelerin sıralı olmasına rağmen tek başına bu tarafta olmasını yadırgamış değilim ki o da biliyor; kalabalığı sevmiyorum. Enderdir fark edilmek ve bunu fark etmek… Onu, hemen her sabah kısacık da olsa izlediğimi fark ettiğinden beri aramızda adı konmamış bir alışveriş başlamış oldu. Bir de bana söylediği iki üç cümlenin bıraktığı garip his kalıyordu o gün geride.
Hep mi iki eli önde bağlı ve hep mi aynı noktaya bakar her yalnız kaldığında bir insan? Sabah henüz uyanırken şehir, yüklenip geliyorum geceyi uykusuz saatleri ile birlikte… Adamın o hali huzursuz geçen gecenin sonuna konmuş son nokta oluyor belki de. Onu aynı halde aynı noktaya bakarken görüyorum, beni fark ediyor “buyur evladım” diyor.
Pazartesi ve cuma günleri ikişer simit alıyorum oysa bir simit bile bitmiyor çayımın yanında. Buna rağmen ikinci simidin nasibi hiç eksilmiyor. Simitçi de bildi bu durumu, kimi zaman ikincisini, bana demeden ayırıyor ve “bugün boyacı çocuk nasiplensin” diyor, ses etmiyorum. Yanından ayrıldığım zaman geri dönüp ona baktığımı o da biliyor ama o yalnız kalmışsa aynı noktaya bakmaya devam ediyor.
Niyetleniyorum kimi zaman sormaya “ne var o noktada” diye korkuyorum o tesirli duruşu bozmaya… Çok konuşmadık oysa ne benim işimi biliyor ne ben onun memleketini. “Hocam” demeye ne zaman başladı bilmiyorum. Elimde gördüğü iki kitap, iki öğrencinin selamı öğretmen olduğumu bilmeye yeterli olur mu? Verilen bir selam mutat günlerde alınan iki simit… Dalıp gittiği o noktadan beni hissedince ayrılışı ve yüzüne düşen tebessümün “acı” diye tarif edilmesine gönlüm razı olur mu?
Ben yolumu değiştirmedim, o tezgâhı değiştirmedi. Neden “pazartesi Cuma alıyorsun da diğer günler almıyorsun” demedi. Sormadığı halde “İştahım olmuyor be Ustam yemiyorum çoğu zaman” dediğim günler “olmaz böyle hocaa” dedi. Takılırdı ara sıra “simitle yetinme, şunun yanına bir dilim peynir ekle” diye. Baktı olmuyor, kalkıp peynir zeytin koydu kimi zaman.
Çokça susan ve çokça gözleri dalan bu adamın hikayesi aslında ne beni ilgilendiriyordu ne benim merakım onu. Buna rağmen, parayı uzatıp elime simitleri alıncaya kadar geçen sürede bana söylediği şeyler gelip gönlüme oturuyordu. Gece olunca dedi bir gün, perdeler çekilip ışıklar yanınca her kapının ardında başka bir hikâye yaşanır aslında. Senin hikayen diyecek oldum “girme yaramla benim arama” dedi usulca.
Geceyi yük edip sırtıma aldığım bir gün bir ince ayaz kesiyordu parmak uçlarımı. Aynı halde aynı noktaya bakarken bulmanın sükuneti kaplamıştı içimi. Günlerden Pazartesi idi ve iki simidim tarihi eski bir gazete parçasının içine sarılmıştı. Ceketimin içinde kaybolmaya çalışmanın soğuğa faydası yoktu, simitçi biliyordu bunu “buyur evladım, bugün erkencisin, bir bardak çay, ayak üstü olsa da” dedi. “Hayır” demedim. Gözü aynı noktaya takıldı, dönüp ben de baktım.
Derin bir nefes aldı, yutkundu. Çay bardağını sıkıca kavramış ısınmak isterken ben, gözlerini kaçırırcasına çevirince yüzünü sorayım dedim “Nedir seni böyle aynı noktaya daldıran şey” diye. Lakin ona nasıl hitap edeceğimi bilemedim.
Yutkundum… Anladı, dönüp baktı “bak evladım” dedi; yıllar önce bir kış günü beş yaşında evladım ve ben yürürken bu kaldırımda çocuk tutturdu “simit isterim baba” Bak şu karşı dükkân simit satardı o ara. “Dur!” demeye kalmadan atladı yavrucak yola, işte tam şurada, hani benim gözlerimi sabitlediğim noktada, bir kamyon geldi vurdu çocuğa… Ben o günden sonra buraya gelen çocuklar simit almak için koşturmasın diye karşıya aha işte açtım şu tezgâhı bu kaldırıma. Ve ne zaman yalnız kalsam dalıp giderim o noktaya.
Sustum… Sadece “hayat” diyebildim. Diğer sabah alışık olmadığım halde yanına gittim, simit istedim, gözlerime baktı, belki de ağlayacağımı zannetti, hüznümü fark etti, gülümsedi “Bu yara benim, bırak benim kalsın, hikayemi dinledin, cuma günü beklerim…” dedi.