Dünya üzerinde savaşlar, gözyaşları, kan, zulüm, yoksulluk, açlık, hastalıklar, salgınlar hız kesmeden devam ediyor. Diğer taraftan bütün bu olumsuzlukları, krizleri fırsata çevirmeye çalışan, açgözlü harîs(hırslı) insanların varlığı dünyayı daha da yaşanmaz hale getiriyor. Sekülerleşme, hayatı sadece dünyadan ibaret görme, tek boyutlu bir hayat felsefesi insanı mutsuz ve umutsuz kılıyor.
Bir tarafta açlık, yoksulluk hüküm sürerken belirli coğrafyalardaki birçok insan içmek için temiz su dahi bulamaz hale getirilmişken diğer taraflarda cinsiyet açıklama partisi, baby showerlar, doğum partisi, bebek görme partisi, kırk uçurma partisi, ilk diş buğdayı kutlaması, altı ay kınası, doğum günü, ilk adım partisi, vb. çocukların ne için yapıldığından haberi bile olmadığı, yapılıp yapılmadığının farkında bile olmadığı, ciddi meblağ ve masraflarla yapılan absürtlükler yaygınlaştırılarak adete bir zorunlulukmuş gibi toplumlara dayatılıyor. İnsanların zihnini, kalbini, maneviyatını esir almaya devam ediyor. İlerleyen yaşlarda özel hayatın gizliliği ilkesini ihlal eden bir takım anlamsızlıklar için büyük organizasyonlar şeklinde partiler ve kutlamalar yapılmaya devam ediyor.
Anneliğin, çocuk olmanın, toplum içerisinde yaşamanın, hayat tecrübesi sahibi olmanın içi boşaltılarak tamamen ye, iç, eğlen, harca, tüket sınırları içerisine insanoğlu hapsediliyor. Bütün bu absürt tüketim ve kutlama çılgınlıklarının baş nedenini "doyumsuzluk" olarak ifade edebiliriz. Ne kadar çok şeye sahip olursa o oranda mutlu olacağı düşüncesi, ne kadar çok eğlenirse, hayattan o kadar çok zevk alacağı anlayışı insanoğlunu dünya nimetlerine karşı ciddi anlamda hırs sahibi yapıyor.
Hırs sözlükte; "bir şeyi şiddetle arzu etme, ona karşı aşırı derecede tutkun olma, şiddetli ve sonu gelmeyen istek, taşkın arzu, açgözlülük" gibi anlamlara geliyor. Dünya hayatına karşı bu açgözlülük, bu sonsuz istek, insanı dünyaperest yapıyor. İnsanoğlunu; ruh dinginliği, gönül zenginliği, sükunet, zühd gibi kavramlardan ve insanı gerçek manada huzura erdirecek manevi yolculuklardan mahrum bırakıyor. Kapitalist sistem, günübirlik yaşamayı özendirerek, harcadıkça mutlu olacağı düşüncesini bilinçaltına enjekte ederek kendisine pazar/müşteri oluşturuyor. Neredeyse 365 günün her bir gününe bir kutlama bir parti uydurularak insanların harcama ve tüketim hırsı kamçılanırken ölüm ve sonrası ile ilgili bütün inanç ve düşünceler unutturuluyor. İdealsiz, ilkesiz, amaçsız, günübirlik, balon bir hayat anlayışı insana kendisini daha da fazla mutsuz, doyumsuz ve değersiz hissettiriyor.
Doğum öncesinden başlanılarak kendisinin farkına bile varmadığı kutlamalarla şımartılarak büyütülen çocuklar, ilerleyen yaşlarında kendisi için yapılan bu harcamaların, çılgınlıkların, kutlamaların fotoğraf ve videolarını gördüğü zaman; egoist, benmerkezci bir hayat anlayışına ister istemez sahip oluyor. Dünyanın kendi etrafında döndüğü zannına kapılıyor. Daha doğmadan bile anne-baba, ailesi ve çevresi bu kadar harcama yapıp, bu kadar mutluluk gösterileri yapıyorsa; "demek ki ben, sürekli olarak mutlu edilmesi gereken, her hareketinden dolayı kutlama yapılması gereken bir varlığım" düşüncesine sahip oluyor. Bu şekilde büyütülen çocuklar, hayatın amacını kavrayamadan yetişkinliğe ulaşıp, hayatı sadece ye, iç, eğlen, para kazan, zengin ol, daha fazla kazan, daha fazla harca, kısır döngüsünden ibaret zannediyorlar. Şefkat, merhamet, îsâr, yardımlaşma gibi duygulardan maalesef uzak yetişiyorlar. Yoksulun, fakirin halinden anlamak, bu tür insanlarla empati kurmak, onlara el uzatmak akıllarına gelmiyor.
Bu durumda ortaya sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen, eğlenen ve hayatta kalma mücadelesi veren insanlar topluluğunun oluşturduğu iki kutuplu çatışmacı bir dünya ortaya koyuyor. İnsanoğlu, bütün bu absürt kutlamalar çerçevesindeki tüketim çılgınlığını, içerisinde bulunduğu manevi boşluğu giderebilmek için yapıyor. Ancak bu durum manevi boşluğu gidermediği, kişileri ruh dinginliğine ulaştırmadığı gibi, zevâl-i lezzetin elem olduğu için, daha fazla depresyona sürüklenebiliyor. Neticede ortaya kendisini bilmeyen, sorumluluklarını bilmeyen, etrafında olup bitenlerin farkına varmayan, araştırmayan, sorgulamayan, duyduğu her şeye inanan, böylelikle zihin dünyası daha çabuk manipüle edilebilen, algı yönetimi ile daha çabuk yönlendirilebilen, dolayısıyla da yönetmesi kolay olan toplumlar çıkıyor.
Depresyonu gidermek için tefekkürün, inzivanın,uzletin yerini kırmızı reçeteli ilaçlar alıyor. İnsanı sadece bedenden ibaret, biyolojik bir varlık olarak gören bu anlayış manevi yıkımlar getiriyor. İnsan, kendisini dinlemediği için ona rock, metallica, pop türü insanı iç dünyasından uzaklaştıran müzikler dinlettiriliyor. İnsan, kendisi ile başbaşa kalamadığı için, özüne iç dünyasına yönelemediği için dışa açılmayı, teşhirciliği maharet zannediyor. İnsan, hayatın hedefinin sırrına eremediği için sorumluluklarından kaçmanın en kolay yolunu beynini uyuşturmada buluyor. Maneviyatı yıkarak yeni bir dünya kuracağı vehmine kapılan insan, madde ile inşaa etmeye çalıştığı hayatın altında kaldı. Son dönemlerde moda olan köye dönüş, doğaya kaçış vb. modern şehir yaşamından uzaklaşma arayışlarının esası, insanın kendine dönme arayışının, iç dünyasına yönelme arayışının bir göstergesi. Ancak bu arayış bile kapitalist dünya tarafından bir sömürü aracı olarak kullanılabiliyor.
Zühd, inziva, uzlet, riyazet gibi insanı dış dünyadan kopararak iç alemine yönelten, saflaştıran, incelten bu kavramları ferd ve toplum hayatımızdan çıkardığımızdan beri mutsuzluk ve umutsuzluk girdabında kısır döngü içerisinde çırpınmaya devam ediyoruz. Sağlıklı bir toplum hayatı ve bireysel ruh sağlığı için, dünyanın bu kaotik kısır döngüsünden kurtulmak için kişinin kendine yönelmesi gerekiyor. Bunun farkına varıp kendimizden başlayarak bunu çevremize yaygınlaştırdığımız sürece daha huzurlu, daha mutlu ve daha adil bir dünya mümkün. Ancak bunu başaramazsak o zaman her günü kutlama ve parti ile geçirsek akşam olduğunda bedenimizde yorgunluk ve ruhumuzda huzursuzluktan başka bir şey kalmayacaktır.