Brentry

Prof. Dr. Fatih Mehmet Öcal

Dünyanın gözü kulağı, 23 Haziran’da İngiltere’nin AB’den ayrılıp ayrılmayacağına yönelik yapılacak Brexit oylamasına kilitlenmiş durumdadır. Günlerden beri, İngiltere’nin AB’den ayrılması veya ayrılmaması halinde ortaya çıkabilecek olumlu ve olumsuz sonuçlarla, bunların İngiliz ekonomisinin yanı sıra hem AB hem de küresel ekonomiye olası etkileri üzerinde yorumlar, görüşler yoğun bir şekilde küresel kamuoyunu meşgul etmektedir. Sonuç ne çıkarsa çıksın, oylamadan sonra İngiltere’deki ekonomik gelişmelerin takip edeceği süreçle ilgili oluşumlar, uzun süre ekonomi ajandasının global ölçekte, ilk sıralarındaki yerini alacağı anlaşılmaktadır. Bunun nedenlerinin başında ise, İngiltere ekonomisinin Almanya’dan sonra Fransa ile birlikte AB’nin lokomotifi konumundaki ülkelerden biri olması ve bu yüzden olası bir durgunluğun tüm bölge ekonomisini etkileyebilmesi gelmektedir. Ayrıca dünyanın finans merkezi statüsüne sahip Londra’nın sahip olduğu gücün zayıflayıp sorgulanmasının bile düşünülmesi başta İngiltere ekonomisi için sonun başlangıcı demektir ki buna başta doğal hamisi ABD izin vermez, aynı durum AB içinde geçerlidir. Çünkü AB olarak büyük bir kısmı önemli derecede yüksek gelirli ve üstelik toplamda yaklaşık 510 milyon gibi nüfus potansiyeline sahip bir bölge ekonomisinin resesyona girmesinin çarpan ve hızlandıran etkileri dikkate alındığında, hiçbir ülkenin çıkarına bir sonuç doğurmayacağı açıktır. İngiltere’nin AB’den çıkmasının meydana getireceği esas sorun, ekonomileri defolarla dolu Yunanistan, Portekiz, İspanya, İrlanda gibi ülkelerin yanı sıra, son birkaç yılda ekonomik kriterlerden ziyade siyasi gerekçeler dikkate alınarak birliğe dahil edilen görece ekonomileri geri kalmış ülkelerin halklarının hükümetleri baskı altına alarak, çorap söküğü gibi AB’den çıkma yönünde tehlike oluşturmalarıdır. Ciddi anlamda kalabalık bir nüfusa ve harcama gücüne sahip bir bölgenin ekonomik krize girmesi, başta tüm birlik üyesi ülkeler olmak üzere orta ve uzun dönemde, küresel piyasalarda üretim ekonomisinin daralıp finansal piyasalarla birlikte istikrarsızlığa sürüklenerek, belirsizliğin hakim olmasına yol açacaktır. Bir ekonomide belirsizliğin var olması ise, girişimcilerin önünü görememeleri ve geleceğe güvenle bakamamaları nedeniyle, yatırımların azalması sonucunu da getireceğinden, bundan sonraki aşamada doğal olarak büyüme hızının düşmesinin beklenmesi de olağan bir sonuçtur. AB’nin resesyona girip gelirlerinin azalması demek, ilk önce kendi ekonomilerinin satın alma güçlerinin azalması ve ithalat hacimlerinin daralması anlamına gelmektedir. Sonraki aşama ise AB ülkelerine ihracat yapan ülkelerin, sektör ve firmalarının satışlarının düşmesine bağlı olarak gelirlerinin ve istihdam oranının azalmasıdır. Brexit’in bu denli gündemde kalması, İngiltere’nin AB’den çıkmasının arkasından diğer ülkelerinde bu yola girebileceği ve tüm AB’nin geleceğini tehdit edecek sonuçlar doğurabilmesi olasılığının yanında, birlikle yoğun ticari ilişkileri içinde olan ülkelerin ithalat ve ihracatlarını düşürerek işsizlik gibi yapısal sorunları derinleştirerek küresel ekonomiyi durgunluğa sürükleyeceği korkusundandır. Brexit tartışmaları bile altın ve petrol fiyatlarının volatilitesinin yükselmesini sağladı. Ben kendi adıma 23 Haziran’da yapılacak oylamada İngiltere’nin AB üyeliğinin devam edececeğini (brentry) ve bayan milletvekilinin öldürülmesinin de tesadüfen gelişen bir olay olmadığını, İngiltere’nin AB üyeliğinin sürmesinin sağlanması bağlamında etraflıca incelenmesi gerektiğini, yine hangi konu olursa olsun fark etmez, bir işin içinde İngilizler varsa her ihtimalin düşünülmesi gerektiğini iddia ediyorum.

          ABD ekonomisi her zamanki gibi karışık sinyaller verse de, Çarşamba günü yapılan FED toplantısından beklendiği gibi            faiz artırım kararı çıkmamasıyla, faizlerin artırılması beklentisine göre ekonomilerin özellikle de gelişme yolundakilerin kendi lehlerine ekonomilerini yapılandırmak için pozisyon almaya çalışacakları günler başladı. Yalnız FED değil, Çin’deki büyüme oranlarının düşme eğilimini göstermesi başta olmak üzere Japonya ve Eurozone’un da uygulamaya sokulan tüm parasal politikalara ve Draghi’nin maliye politikalarının da (parafiskal politikalar) hükümetler tarafından devreye sokulması için yaptığı sürekli uyarılara rağmen ciddi bir karşılık bulmaması sonucu küresel ekonomik büyüme hızının yavaşlamasının trend özelliği kazanması, durgunluk sürecinin kemikleşmesi olgusunu ortaya çıkardı.

          Tüm ülkelerin artık yapması gereken bu realiteyi doğru okuyup, ekonomik yapılarını üretim odaklı inşa etmeleri, sonra finansal sektörlerini ise üretim ekonomilerinin gelişmesini hızlandıracak şekilde uyarlayarak uygulamaya koymalarıdır. Üretimin ekonomik yapıda ağırlığının fazla olması, ekonomilerin gelişmesinin olmazsa olmaz şartıdır. Gelecek, yüksek teknoloji içeren ürünleri dış ülkelere ihraç ederek artı gelir elde eden, söz konusu geliri de yine yatırım ve teknolojiye aktaran ülkelerindir. İngiltere AB’den çıkmış çıkmamış, FED faizleri artırmış artırmamış, AB ve Japonya ekonomisi için yapılan milyarlarca euro ve dolar türünden sermaye aktarımına bağlı parasal genişlemelere rağmen bir türlü durgunluktan kurtulmuş kurtulamamış,  petrol ve emtia fiyatlarının volatilitesi yükselmiş yükselmemiş gibi dışsal değişkenler karşısında, ülkelerin olumsuz az veya çok etkilenmesi belki de hiç etkilenmemesi hatta durumu fırsata çevirmesi, üretim ekonomisinin gelişmişliğiyle bire bir ilişkilidir. Reel ekonomisi gelişmiş, ileri teknoloji ağırlıklı ürünlerini dünya piyasalarına satmayı başaran ülke ile; ancak geri ve orta düzey teknoloji kullanarak mal üretip dünya pazarlarında satmaya çalışan ülkenin dışsal faktörlerden etkilenmesi aynı olur mu? Güney Kore ile Türkiye’yi veya BRIC ülkelerini düşünelim, farkı anlayacaksınız.

 

Soru: Stagnasyon ortamında devlet borçları azalır mı? Neden?

Sözün Gözü: Temiz kalp huzur, mutluluk, tersi stres, sıkıntı ve yaşam kalitesi düşük hayatlardır.