Hayata dair yapıp ettiklerimiz beyhude ve sebepsiz değil nitekim. Akıl sahibi olup sıhhatli düşünen her insan hayatın bir amacı, gayesi, sonu ve başlangıcı olduğunu teslim ediyor. “Başıboş bırakılmadığımız” kesin ve net. Yaşamın bir sebebe bağlandığı, belirlenen bir vakitte süreceği hakikat olarak karşımızda duruyor. Bu hakikatin temelini de inanç oluşturuyor.
Her ne kadar birileri “inanç” mevzunu ısrarla ve bile isteye insanlığın gündeminden çıkarmak, basitleştirip silmek istese de ne tarih ne coğrafya ne fizik ne de kimya buna müsaade etmiyor. Ne zaman bir tarihi kalıntı ve iz bulunsa “tapınak” olduğu ortaya çıkıyor. İnanmak ihtiyacı insanın hilkatinde var vesselam. Mevzuyu buraya bağlamak niyetinde değilim lakin dünya hayatına öylesine ve eğlence olsun diye gönderilmediğimizi “bilinç seviyesinde” unutmamalı.
Yaşadığımızı idrak ettiğimiz andan itibaren sebep-sonuç ilişkisinin hayatın bir gerçeği olduğunu öğreniyoruz. Daha kundağında acıkan bebeğin ağlaması ve neticesinde annesinin onu beslemek için kucağına alması… Olumlu ya da olumsuz neticeleri oluyor eylemlerimizin.
İnsanı tam ve net olarak tanıyamadığımız kesin. Bunun bir hikmet ve mesaj olarak yaratılış gereği bahşedildiği kanaatindeyim. Bizi yaratan, bizi bizden daha iyi bilmeli ki bizim neyi arayıp neyi kaybettiğimizi imtihan edebilsin.
Yaptıklarımız kadar yapmadıklarımız da bizzat sorumluluğumuz altında. Zerre miktarı iyiliğin de zerre miktarı fenalığın da kayıt altına alınması bir prensip olarak “insan-ı kâmil” yolculuğunda yolun kendisini oluşturuyor.
Eylemlerimizin ölçüye vurulduğunu bilmek, her eylemin bir sınırı olduğunu da öğretir. Sınırsız ve hesapsız olma düşüncesi ulvi ve yüksek ideallerin yerine süfli ve düşük gayeleri hedef haline getirir.
Yapıp ettiklerimiz evvela kendimizi alakadar eder. Kendi hikayemizdir yazılan, yapmaya karar verdiğimiz andan itibaren, sonuçlanan her eylem bizi de bağlayacaktır. İnsanın eylemi kendini gerçekleştirmek için olabilir mi? Çoğu insanın “mutlu olmak” gibi bir nihai hedefinin olması mutluluğun tek gaye olmasına mazeret midir?
Gölgesinde oturup bir bardak çay içemeyeceğini bildiği halde yetmiş yaşında bir adam neden bir ağaç fidanı eker? İnşa ettiği bir caminin asırlarca ayakta kalması için planlar yapan mimar, eserini kaç mevsim temaşa etmiştir? Şairler, yıllar geçsin de benim şiirim bir kutlamada okunsun ve alkış alsın diye mi yazar şiirlerini?
Hikayemizin bir anlamı ve derinliği olmalı. Bununla birlikte benim hikayem diğerlerinden ya da seninkinden azade değil. Her adım bir sonrakini, yanımdakini, ötedekini, bir sonrakini etkileyecektir. Eylemlerimizi, onlara yüklediğimiz anlam değerli kılacaktır. Sebepsiz ve haksız yere bir cana, bir mala, bir tarihe kast etmek hem kendi hikayemizi hem ötekinin hikayesini başka bir sonuca götürebilir.
Bu dünyanın ölümle nihayet erdiği mutlak bir hakikat, ölümden sonrasına inanan bizler beyhude bir dünya hayatı yaşamadığımızı idrak etmekle mükellefiz.