Bugün, yükseköğretim öncesi tüm kademelerde okullarımız, eğitim-öğretime başlıyor. 70.000 fazla okul, 750.000 derslikte 20 milyona yakın öğrenci 1.140.000 yakın öğretmen yeni bir yıla ‘bismillah’ dediler.
Derslik başına düşen öğrenci sayısı 27, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 17 ile son 20 yılda eğitimde ‘erişebilirlik noktasında’ çağ atladık diyebiliriz. Yükseköğretim dahil isteyen her yurttaşına eğitim hizmeti verebilen bir Türkiye var.
Erişebilirlik de dahil olmak üzere pek çok eğitim göstergesinde rekabet içinde olduğumuz OECD ülkelerinden daha iyi durumdayız. Eğitime ayırdığımız bütçenin milli gelir içindeki payı da son 15-20 yıldır artarak devam etmekte. Eğitime milli gelirden ayırdığımız payı %1,5’dan % 3’lere çıkardık. Bu, OECD ortalamalarının çok üzerinde.
Buna rağmen Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorumluluk alanındaki Temel eğitim, orta öğretim ve Yetişkin eğitimi alanındaki PİSA, TİMSS, Yetişkin Yeterliklerinin Uluslararası Değerlendirilmesi Programı (PIAAC) gibi uluslararası sınavlarda iyi durumda değiliz. Yükseköğretimin çıktılarında da aynı tablo ile karşı karşıyayız.
Eğitime ayırdığımız bütçe her yıl artarak devam etmesine rağmen bu, çıktılara yansımıyor. Türkiye’nin süper güç iddiası ancak eğitime ayırdığımız bütçenin çıktılara yansıması ile sürdürülebilir.
Askeri ve bürokratik vesayeti sonlandırarak Türkiye’yi normalleştiren Ak Parti’nin,
Anayasa’da sözde kalan sosyal devleti özde hayat veren Ak Parti’nin,
Her yurttaşına bedelsiz sağlık hizmetini uluslararası standartların üzerinde sunabilen Ak Parti’nin,
Devlet bütçesinden en yüksek payı ayırdığı eğitim reformunu başaramaması anlaşılır değildir.
Amacımız, eğitim sistemini kurumsal çerçevede amaç ve işlev boyutunda masaya yatırmak, dost sohbetlerinin mevzu haline getirmek, 2023 seçimleri sonrasına kadar bu tartışmayı olgunlaştırmak, bu alanda ortak aklı tecessüm ettirmektir.
Tartışmaya okul sistemi üzerinden, okulun işlevi üzerinden başlamakta fayda var. Eğitim sistemimizin hem sayısal boyutunda hem de nitelik boyutunda ağırlıklı yapısı örgün eğitim yani okuldur. Eğitim sistemimiz neredeyse okul sistemidir. Türkiye gibi sosyal mobilitesi yüksek ve eğitimin en önemli sosyal mobilite aracı olduğu bir ülkede okul sistemine giriş ve bu girişin yöntemi olan sınavlar kritik önem kazanır, sınavlar hayat-memat meselesi haline gelir. Bu tip sınavlar zaten doğası gereği riski yüksek olan sınavlardır. Eğer sınav günü başınız ağrıdı ise hayatınız boyunca başınız ağrıyacaktır, hayatınız boyunca bedel ödeyeceksinizdir, telafisi edemeyeceksinizdir. Bu kadar büyük bir riski üretmek rasyonel mi, değer mi?
Noktasal, ansiklopedik bilgiyi ölçen sınav sistemini süreç esaslı, ilgi, beceri ve yeteneğe dayalı ölçme/değerlendirme sistemlere dönüştürmek zorundayız.
Okul, teknolojik olarak ve fiziki mekan bağlamında okula çok yatırım yaptık. Kısmen karşılığını da alıyoruz. Ama artık okul sistemi üzerine kafa yormamız gerekiyor, okulu yeniden tanımlamamız ‘Bizim Okul’umuzu yeniden kurmamız gerekiyor. Okul ile mabeti bir tutan bir medeniyetin okulu, bu olamaz.
Okulun, tüm paydaşlarının herkesin ama herkesin servisçisinden, çocuğunu sabah uğurlayan anneye kadar herkesin, kainatın en önemli işinin yapıldığı, öğrenme faaliyetinin yürütüldüğü bir mekan olarak okula bir değer atfetmesi lazım. Ne yazık ki, okula verdiğimiz değer, ne o fiziki mekan bağlamında ne de işlev bağlamında bu çerçevede değil. Okulun bir ruhu olduğunu yok sayıyoruz. Okulu daha ziyade fiziki bir mekan olarak görüyoruz. Mimari yapısında bile o soğukluğu, ruhsuzluğu hissediyoruz. Bir mabedi inşa ederken ki o hassasiyetimizi maalesef okul inşasında göstermiyoruz.
Okul, mimarisi ile mekanı paylaşan herkesin hem duyuşsal hem de bilişsel boyutta huzura erdiği, kendini rehabilite ettiği ve en önemlisi kendisini değerli hissettiği bir mekan olması gerekirken, kitlesel eğitimin 19.Yüzyılda dayattığı okul mimarisine mahkum olduk.
Sert sıralar, soğuk duvarlar, mekanik ritüeller…
Sabahleyin öğrencileri, öğretmenleri, koşarak, neşe içerisinde okula geliyor ise o okul Bizim Okulumuzdur. Eğer öğrencileri, öğretmenleri sabah okula gelirken ayakları geri geri gidiyor, omuzları çökmüş, yüz gerilmiş ve insanların birbirine selam vermediği, veremediği formatta ise o okul bize ait değildir. Yani;
Okulun tüm bileşenleri okulda bulunmaktan mutluluk duyuyorsa huzur hissediyorsa iyi ki bu mekandayım diyor ise o okul Bizim Okulumuzdur.
Bizim Okulumuz, İnsanı ve insanın doğasını/fıtratı esas alır. İnsan bizatihi varlığı ile hürmete layıktır. Tüm eğitim kurgusu da bu fıtriyeti geliştirmeyi, safiyeti korumayı amaç edinir.
Bizim Okulumuzda öğrenme sürecinin biricikliği esastır. Öğrenme süresi kutsanmaz. Gecikmeli öğrenen başarısız olarak etiketlenmez. Öğrenme gayretinin kendisi değerlidir.
Hata yapanın hatasını, onurunu zedelemeden telafi edebileceği imkanlar bahşedilir.
Bizim Okulumuzda bireysel farklılıkları dikkate alan ve kişilerin hayatındaki olası tercih değişmelerini rahatça gerçekleştirebileceği program çeşitliliği vardır. Bu amaçla okul sistemi dikey ve yatay geçişlere imkan verir.
Peki, içinde olduğumuz okul sistemi….
19. Yüzyıl ile 20 Yüzyılın ilk yarısı Fransa’sının aydınlanmacı bakışın inşa ettiği okul sistemi artık insanın ruhunu okşamıyor, insanın bir tarafını eksik bırakıyor. Ona biraz beceri öğretiyor ama…
21 yüzyıl insan tipi bu becerileri de kullanamayacak. Sanayi 4.0 ile beraber bilginin üretim sistemi değişti, üretilen metanın yaşama transferi değişti. 19. Yüzyıl Kara Avrupa’sında üretilen okul sistemi, dünyayı bu gün için anlamaktan dünyanın ihtiyacı olan insan tipini yetiştirmekten uzaktır. Bu bir krizdir.
Bu kriz, zamanı ıskalayan Bizim gibi büyük medeniyetlerin taşıyıcısı milletler için tarihi fırsat sunuyor. Paradigma değişim zamanı geldi, köklerimize dönme zamanı geldi. Bireysel farkları dikkate alan, insan tercihini dikkate alan, öğrenme sürecinin biricikliğini dikkate alan, bireyin özgürlüğünü esas alan bir eğitim sistemi için sadece ortak aklı harekete geçirmeye ihtiyacımız var. ‘Haydi Bismillah.’
Öğretmenlerimiz;
Bütün negatif faktörlere rağmen Türkiye’nin yine de en nitelikli insan kaynağı ve en ideal insan kaynağı bu alanda, öğretmenlerimiz hala toplumun en idealist ve fedakar kesimi. Bu büyük artı.
Öğretmenimizin niteliğini geliştirmek için çaba harcarken, öğretmenin bir medeniyet inşacısı olduğuna dair tüm paydaşların konsensüsü lazım.
Siyasal karar vericilerin bunu içselleştirmesi lazım.
Eğer Siz öğretmeninizi bir memur olarak görürseniz memur öğretmende karşısındaki öğrenciyi bir evrak olarak görür.
Siz eğer Öğretmeninizi Fatihleri yetiştiren, Yavuzları yetiştiren peygamberlerin varisi bir mesleğin müntesibi olarak görür ve öyle bir rol biçerseniz başka olur.
Toplum, öğretmene biçtiği rolü yeniden değerlendirmelidir.