Bilindiği gibi yeryüzünde insanlar; farklı dil, din, cins, ırk, kabile, sosyal ve kültürel gruplar halinde yaşarlar. Bu farklılıklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışır. Nitekim Bu konuyla ilgili bir âyette şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Hucurat 49/13).
Ancak bu ayet, farklı yaratılmanın ‘kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma’ fonksiyon ve hikmetini onaylarken; farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılmasını da reddeder. İnsanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde etmediği aidiyetlere değil; kendi irade ve çabasıyla elde ettiği değerlere bağlar. Bu değerlere nebevi mesaj şöyle işaret eder: “Allah sizin zenginliğinize ve fiziki şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza değer verir.”(Müslim “Birr” 33) Dolayısıyla, etnik köken ve renk ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zulümdür. Bu konuda Hz. Peygamber’in uyarısı çok özlü ve anlamlıdır:
“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir.” (Müslim “Imare” 53).
“Sizin hepiniz Âdem’in neslindensiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arabın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük ancak Allah’tan korkmakla (takva ile) olur”. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 511).
Hepimiz biliyoruz ki insan toplumsal bir varlıktır. Toplumu meydana getiren fertler arası ilişkiler zorunludur. İnsanların birlikte yaşama ihtiyacı yaratılıştan gelen bir özelliktir. Kur’an’a göre toplumların farklı “kabilelere ayrılması”, çocuğun bir aile ortamında doğması, kendisini sosyal bir çevre içerisinde bulup, sosyalizasyon sürecine hemen katılması, Kur’an’ın akraba ilişkileri üzerinde ısrarla durması, karşılıklı menfaat ilişkileri, iyilik ve takvada yardımlaşma hep fertler arası ilişkilerin zorunlu ve vazgeçilmez oluşunun delilleridir.
Kişi sadece yeme, içme ve barınma gibi tabii ihtiyaçlarını karşılamada değil, bunlarla birlikte eğitim, yardımlaşma, bilgi, kültürel alış-veriş ve yeteneklerini geliştirme konusunda da toplumsal bir hayat yaşamak zorundadır. Bu yüzden İslam, insanlar arasında sosyal bağları kuvvetlendirmeyi teşvik edici ilkeler üzerinde durmuştur. Çünkü bireylerin huzur ve güven ortamında bir arada yaşayabilmesinin ön şartı bireyler arasındaki sevgi, saygı, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik bağlarının güçlendirilmesinden geçer. İslam’ın öngördüğü bu ilkeler, İslam toplumlarında sosyal hayatın barışa dayalı olarak sürdürülmesi açısından son derece önemlidir.