İslamî vahdetin olmazsa olmaz ilkelerinden birisi “ehl-i kıble” oluşdur. Aynı inanç esaslarına bağlı ve namazda Kabe-i Muazzama’yı istikbâli kıble edinenlere ehl-i kıble denilir. İnancımıza göre ehl-i kıble, tekfir edilemez. Esasen Kur'an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır.” (Nisa 4/94) buyrulur. Ayrıca dinde dışlamacılıktan sakınmak hususunda Hz. Peygamber’den gelen ağır uyarılar da sözkonusudur. O uyarılardan birisi şöyledir: “Kim bir insanı/müslümanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı halde, “ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Buhârî “Ferâiz” 29; Müslim “İmân” 27). Dolayısıyla, İslam’a mensubiyetin temel ilkesi sayılan şahadeti ikrar eden bir kimseyi dışlamak, bir mü’mine yakışmaz. Kişilerin kalbine ancak Allah muttali olur. Bu sebeple Müslümanlar kendilerini bir yargıç gibi değil, davetçi gibi görmelidirler. Maalesef günümüzde bazı Müslümanlar, ağyara tanıdıkları hoşgörü ahlakını, birbirlerinden esirgemektedirler.
Yaşadığımız dünyada kimi Müslümanların sosyal tevhidi gerçekleştirmelerinin önünde en büyük engeller arasında zihin tekelciliği gelmektedir. Hâlbuki Kur'an caddesinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün mü'minler birbirinin kardeşidir. Müslümanlar, dinde zaruri olan noktalarda ittifak edip aralarında fer'i mes'eleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdırlar. Dolayısıyla aynı caddede her mü'min yürüme hakkına sahiptir. Çağımızın bir âliminin ifadesiyle, bizim yolumuz ve metodumuz en doğru demek, diğerlerine o yolu kapatmak anlamına gelir. İşin doğrusu, bir Müslüman bizim metodumuz haktır diyebilir, hak olan sadece bizim metodumuzdur diyemez. Aksi bir tavır sosyal tevhidi zedeler. Bu sebeple, Müslümanların birbirlerine daima iletişim kanallarını açık tutmaları bir zorunluluktur. "Müslümanların Allah'a en yakın olanları selamı önce verenlerdir” (Ebu Davut, Sünen, “Sünnet” 198) rivayeti bize bunu açıklar. Selâm, ötekine nasılsın demenin, yüreğini açmanın ve açık olmanın bir delilidir.
Sosyal tevhitten kopmanın bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görme hastalığıdır. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı getirir. Peygamberlerin dışında her hangi bir kimse hakkında ismet iddiasında bulunmak, peygamberliğini iddia eden yalancının durumuna düşmek gibidir. Aslında hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet nitelemesi yapamaz, ancak ona aşırı derecede sevgi besleyenler bunu yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder. Böyle bir kimse de çok sevdiği kimsenin eksik ve kusurlarını göremez. Aşırı nefret de gözü kör eder. Kişi, sevmediği kimsenin hep olumsuz taraflarını görür. Bunun ikisi de yanlıştır. Ortasını bulmak, hakkaniyet ve istikametten ayrılmamak gerekir.
Sosyal tevhidin önünde en büyük engeller arasında taassup bir başka hastalık türüdür. Tefekkür, tezekkür ve tahkike dayalı bir iman ve İslam anlayışına sahip olmamak taassubu derinleştirir, Müslümanların birbirlerine yüreklerini kapatmalarına hizmet eder. Bu engeli ancak, eleştirel akıl anlayışıyla aşabiliriz. Müslümanların bilgi düzeyleri yükseltilmedikçe birlik çevresinde tartışılan sorunlarımız var olmaya devam edecektir.
O halde gelin, miladi 12. yüzyılda “itikatta orta yol” diyen İmam-ı Gazali’nin çağrısını, yeni bir üslupla yeniden seslendirelim. Tekfir ve tefrika, sosyal tevhidin iki düşmanıdır. İslam âlemini “tekfir ateşi ve tefrika hastalığı” sarmadan ıslah etme yolunda ciddi adımlar atalım. Bu konuda ön şartımız, “ben müslümanım diyen bir kimseye, sen mü’min değilsin” deme hakkımızın olmadığını bilmemizdir.