Yolculuğun, sılanın, ayrılığın ve kavuşmanın bir simgesi olan "bavul" insana dair her şeyi içinde taşımıştır. Şehirler arası yolculuklarda ve hatta başka ülkelere yapılan seyahatlerde bir dönem tahta bavullar vardı. 1900’lu yıllardan 1970’lere kadar yaygın bir şekilde bir metre boyunda ahşap dikdörtgen bavullar kullanılırdı. Genelde kahverengi renge boyalı olur. Üzerinde açma kapama için metal klipsleri ile küçük kilitleri ile güvende tutulurdu. Bu ahşap bavul ve sandıklar ya yolculukta ya da askere giderken mutlaka kullanılırdı.
Çocukluk günlerinde evimizde kahverengi renkte boyalı bir ahşap bavulu iyi hatırlıyorum. Rahmetli babamın bir köşede duran asker bavulu idi. Ben 1978 yılında lise bire başlarken hala duruyordu. Kendi sağlığında en son kullanımdan kaldırmıştı. Tahta bavul özellikle trenle yolculuk yapanlarda görülürdü. O yıllarda henüz komple otobüs icat edilmediği için kamyondan bozma otobüslerin üstünde görülürdü. Kamyondan bozarak önce ahşap sonra saç ve metalden yapılan otobüslerde şimdiki gibi bagaj kısmı olmadığı için tavan üstüne arkadan merdivenle çıkılırdı. Üst üste dizilmiş tahta bavullar bu otobüslerde yolculukların vazgeçilmezi idi. Yolculuk dışı zamanlarda ise evlerde ufak bir sandık olarak içine kıymetli şeyler konur ve bir köşede durur idi.
Üniversite eğitimine başka kente okumaya gidenler veya askere gidenler mutlaka bir bavul sahibi olur. Benimde ilk bavulum İstanbul'a Siyasal Bilgiler fakültesine okumaya giderken oldu. Tahta bavul devri bitmiş, bavullar çıkmıştı. Özellikle hem ucuz hem hafif olduğu için sert branda valizler vardı. Bir de vinleks deriden köşeleri esnek ve iç kısımları fermuarlı cepler olan bavullar çıkmıştı. Bu valizler genelde yumuşak kaplama idi. Şimdiki gibi tutma kolu, teker, askı, şifreli kilit vs. yoktu. Sağlam bir tutma kolu vardı. Yazlık kışlık olduğu için biraz büyük boydu. 15-20 dakika mesafelerde elde taşımaya müsaitti.
Bavulun tarihi, göç halindeki insanın hikâyesi gibi. Çağın trendlerine, kullanım eşyalarının gelişimine göre değişen bavul şekilleri insan aklının yaratıcı özelliği sayesinde evrilmiş, her çağda aynı işlevi farklı tasarımlar içinde görmüş. Eski Mısır medeniyetinde MÖ 1500'lü yıllarda bavul yani taşıma çantası kullanıldığına dair bilimsel veriler var. Mısırlılar yolculuklarında ahşaptan yapılmış sandıklar kullanmışlar ve bunları su geçirmez hale getirmek için hayvansal yağ sürerek deri ile kaplamışlar. Hızlı hareket etmeyi engelleyecek kadar ağır olan bu sandıklar hayvanların ya da insanların çektiği arabalar üstünde taşınmış, kısa mesafelerde yere sürtünerek çekilmiş. (https://t24.com.tr/yazarlar/irfan-yalin/bavulun-tarihi,41119)
Peki bavul ne demek idi: İtalyanca baule “yolculukta taşınan yük, çıkın” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük geç Latince “balya, çıkın” anlamına gelen baula/balla sözcüğünden evrilmiş olabilir; ancak, bu kesin değildir (Nişanyan Sözlük). Bavul ile ilgili dilimizde tespit edilen en eski kaynak, Mehmet Bahaeddin’in (Toven) 1924 tarihli Yeni Türkçe Lûgat’ıdır.
16. yüzyılın sonlarında, “bagaj” sözcüğüne ilk kez Oxford İngilizce Sözlüğü’nde rastlanır. Ancak bagajın altın çağı, 19. yüzyılda seyahatin bir statü sembolü haline gelmesiyle başladı. Seyahat edebilecek kadar zengin olanlar kendilerine ahşaptan yapılma ağır sandıklar satın aldı. 20. yüzyılın başlarında, demiryolu ağının genişlemesi ve buharlı gemi seyahati sayesinde daha fazla insan seyahat ediyor ve bagajlarını yanlarında taşıyorlardı. Sandıklar çok hantaldı ve taşınmaları zordu. Bu nedenle bavul devreye girdi. Bir sandıktan daha hafif ama yine de hacimli olan ilk bavullar, ahşap veya çelik bir çerçeve üzerine gerilmiş deri veya hasırdan yapılıyorlardı.
Osmanlı devletinin son dönemi ve erken cumhuriyet dönemi seyahat edenler genellikle asker, bürokrat, memur, işverenler ve seyyahlardı. Kırsal alanda yaşayanlar ile gelir dağılımının alt basamaklarında olanlar için tahta bavul ve daha pahalı olan keten kaplı bavul modelleri biraz lüks kapsamında idi. İkinci dünya savaşı sonrası taşı toprağı altın olan İstanbul’a köyden göç edenlerin elinde ise sepetler ve denk yapılmış eşyalar olurdu. Dönemin en sık rastlanan seyahat eşyası olan tahta bavul onlar için lüks sayılır. Hele hele keten kumaşla kaplı olanları, ancak orta sınıfların satın alabileceği kıymetli bir eşya olsa gerektir.
Haydarpaşa’da tahta bavulları daha yakından görmek için, köyden kente göçün iyice hızlandığı 1950’lere ve 1960’lara kadar beklememiz gerekecektir. Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları (1962) adlı romanı böyle bir sahneyle açılır: İflahsız Yusuf’un oğlu Mehmet, bir elinde tahta bavulu, sırtında denk yapılmış yorganı, cebinde elinden tutacağını umduğu hemşerisi Gafur Ağa’ya yazılmış mektubu ile bir sabah Kuşluk Treni’nden iner ve Haydarpaşa’ya varır. Okuma yazma öğrenmek, meslek edinip para kazanmak ve kardeşlerini yoksulluktan kurtarıp yanına aldırmak için köyünü bırakıp İstanbul’a gelmiştir. Orhan Kemal, onun şehrin karmaşası içindeki şaşkınlığını çok güzel anlatır. Vapurdan inenlerin kalabalığı, kulağında patlayan sesler ve gözünü alan sayısız görüntüler karşısında tutulup kalmıştır Mehmet.
Büyük hayallerle İstanbul’a gelen Mehmet ve ailesi üzerinden anlatılan bu köyden kente göç hikayesi, daha sonra Halit Refikin senaryosunu Orhan Kemal ile yazdığı Gurbet Kuşları (1964) filminin de konusu olur. Film, Maraşlı bir ailenin, geçim sıkıntısı sebebiyle İstanbul’a göç etmesini konu alır ve yine benzer bir sahneyle açılır: Bakırcıoğlu ailesi, ellerinde tahta bavullarla trenden iner ve İstanbul’un cıvıltısı karşısında sersemlemiş bir şekilde Haydarpaşa’nın önünde dikilirler. Filmin sonunda yine aynı yerde, bu sefer yenilmiş ve hayallerini kaybetmiş olarak görürüz onları. Tahta bavullarıyla aynı gardan trene binip gerisin geriye dönerler. Büyük bir heves ve umutla başlayan yolculuk, yıkım ve kayıpla sonuçlanmıştır.
Haydarpaşa’nın Gurbet Kuşlarından sonra, köyden kente göçenlerin hayalleriyle hayal kırıklıklarını anlatan sembolik bir mekân haline geldiği söylenebilir. Tahta bavul ise, bu sahneyle göçmenlerin ve göçmenliğin temsili haline gelir. Elinde bavuluyla Haydarpaşa’da, Anadolu’yu İstanbul’a bağlayan bu göbek deliğinde dikilen karakterle dolup taşar romanlar ve filmler. (https://100sene100nesne.com/bavul/)
1960’lı yıllarda Almanya’ya başlayan işçi göçünün en önemli aksesuarı yine tahta bavullar idi. Dönem fotoğraflarında ayrılık ve hüzün ile birlikte tüm karelerde elde taşınan bir tahta bavul hep yer almıştır. Adeta tarihin tanığı tahta bavullardır. Her gün Sirkeci’den kalkan İstanbul Ekspresi, Münih’te 11 numaralı perona girerdi… Burası Türkiye’den trenle gelenlerin Almanya’da ilk ayak bastıkları yer… Bavullarını sımsıkı tutarak inerler, üç güne yakın yolculuk yaptıkları trene dönüp bakarlardı son kez… Onlar için artık yeni bir hayat başlıyordu… Birkaç parça kıyafet, belki iğne oyalı bir havlu, eşi ve çocuğuyla çerçeveli fotoğraftır ellerindeki tahta bavullara konulan… Tahta bavulu sevmek, değerini bilmek, geçmişe olan saygıdır. Tahta bavul gurbetin sembolüdür, tarihin tanığıdır. (https://www.dibace.net/uncategorized/24671/)
Tabi ki anlattığım şeyler, ilk bakışta çok geçmişin bir kazısı gibi görünse de ben bugünün “ben”ine ve insanına maziden bir kesit anlatmaya çalışıyorum. Yazıya başlarken İstanbul’da başlayan Siyasal Bilgiler fakültesindeki üniversite öğrenciliği döneminde bavulum oldu demiştim. Tahta bir bavula değil ama vinleks bir valize, bir sömestr kullanacağım tüm eşyaları koyardım.
1980’li yıllarda üniversite öğrencisi olarak bugünkü gibi aklımıza esince Konya’ya gelip gitmezdik. Gerek bir işçi ailesi olmanın kısıtlı maddi imkanları ve ulaşım şartları kısıtlı olduğu için otobüs ve trenle yolculuk yapardık. O tarihte sivil hava yolculuğu diye bir şey hiç gündemde olmazdı. Şubat sömestre tatilinde bavulu yüklenir gelir, yazlık kışlık atlet gömlek koyardım. Cep harçlığımız olan para 15 günde Konya’dan İstanbul Feriköy semtindeki PTT’ye havalesi ile gelirdi. Yurtta telefon açmak için veya evden anamız babamız arayacak diye nöbet tutardık. O yıllarda hanelerde çok az telefon olduğu için komşuya telefon ederdik. Ankestre telefonlar başında sıraya girer, tıkır tıkır jeton atarak konuşma kesilmesin diye bir iki dakika içinde ailemizle konuşmaya çalışırdık. Haz ve hız çağındayız diye popüler bir aforizma var. Bugün başta gurbette okuyan üniversite öğrencileri olmak üzere herkes daha rahat. Artık insanlar birbirleri ile para havalesi, konuşma ve görüşmeyi, fotoğraf, belge pdf kitap iletme, ses ve müzik kaydı vb. işlevleri akıllı telefonun tuşlarına basarak anında yapabiliyor.
Günümüzde her bütçeye göre ve her türlü kullanıma uygun çeşitli ebatlarda modern valiz, bavul, sırt çantası ve el çantası var. Bavul taşımak artık bir fiziken bir külfet değil. Valizler esnek pistonlu tutma kolları, döner tekerlekli ve çekerek taşımaya müsait. Bizim zamanımızda bir elde küçük valiz, bir elde büyük bavul taşımaktan yorulur, kan ter içinde kalırdık. Tahta bavul çoktan bir nostalji ögesi olarak kaldı. Tahta bavul artık edebiyatta şiir olarak, bazı kitapların ismi olarak ve hatıralarda yaşamaya devam ediyor. Sözü bir şiirle bağlayalım: Rahmetli şair Metin Pütmek “parasız yatılı” şiirinde tahta bavul ve tren yolculuğunun insan hayatındaki yansımalarını şöyle dile getirmiş: (https://www.facebook.com/share/p/Y4iufbb81WYXkzoX/?mibextid=oFDknk)
elimde tahta bavul / üçüncü mevki bilet
çocuğum ve yolcuyum basmane garında
dün gibi hatırımda / sanki delinmişti gök
bir yağmur ki / adama illallah dedirterek
yağıyordu durmadan. cebimde on beş lira
sarılmış muska gibi. adım işli mendilde
kıvrılmış yatıyordu. ekmek arası köfte
kadar tatlıyken dünya. dönüşüyor safrana
yüzümün pembeliği. henüz hazır değilken
bu mecburi gurbetin muhaciri olmaya
kopuyordu kalbimde delirmiş kasırgalar
sarsıldı kampanayla salkım saçak vagonlar
babamın görüntüsü yansıdı loş bir camda
bezgin lokomotifin tütsülü buharında
duydum yetimliğimi. doğduğum bu şehirden
haritada ‘bir nokta’ o şehre yağmurumla
gidiyordum. karanlığı oyarken kara tren
dökülmüştü dilimden bölükpörçük dualar
ah! parasız yatılı’nın baş belası sonbahar!”
İncesaz – Tahta bavul