Onun üç hayatı vardı anne, üç yapraklı, en şanslı.
Altıncı yaş günüm: “Tevafukların en güzelindendir dört yapraklı yonca görmek” demiştin bana, hatırında mı? Ben ezdim onu, önce yedinci yaşımı sonra çocukluğumu. Tek bir hayatım varken benim, o üçünü tek bedende paylaşıyordu! Yonca benim biricik canımı alamadı ancak ben onda tek bir tanesini bırakmadım. Umut kaynağı olduğu insanlar, hayatlar vardı her yaprağında: birinde mutluluk, diğerinde huzur, sonuncusundaysa bereketti o; dördüncüsünde ne istenirdi? Açgözlülük kaplardı dördüncü yaprağını, bulundursaydı eğer. Bu yüzden kıymetliydi o, ihtiyatlıydı, şükür doluydu. Bense almıştım bütün hepsini elinden. Ben bir yonca ezdim, yapraklarında kanayan yaraları, köklerinde hayatı, toprağında nefesimi hissettim. Öldüm ve dirildim, solup giden düşüncelerimin içine gizlendim. Sonsuz bir uykuya daldım.
Matem bürüyen havanın gri bulutları sarmıştı etrafımı, nefesimle ısıtmak istedim koca gökyüzünü, bitap ruhumu. Geceye kulak verdim: uzun uzun öten baykuş uğultuları, birkaç evde paylaşılan muhabbetin ve kahkahanın fısıltıları, yağmur damlalarının yapraklara vurduğu acı kırbaçları, gecede huzur bulanların sakin mırıltıları. Duydum, şahitlik ettim ancak yer bulamadım yüreğimde onlara. Ne edebilecek tek kelime sohbetim ne de peşinden gülümsetecek esprilerim vardı.
Herkesi ve her şeyi sınıflandıracak kadar görebiliyor, aynadaki görüntümde afallıyordum.
Sığamıyordum ben hiçbirine. Gördüklerimde değildim, görebildiklerim ise bende değildi. Bu düşünce kaç yaşımdan beri beni avlıyor hatırlamıyordum ancak altı yedili yaşlarıma dayandığı kuvvetle muhtemeldi. O anı çok net hatırlıyordum, bir dizi insan yüzlerine takındıkları neşeli suratlarıyla doldurmuştu evimizi. Onlarca fısıltının arasından seçebildiklerim hep aynıydı: “Yaş günü değil mi, neden gülmez bu çocuk?” emektar annem, onca sofra kurmanın derdiyle uğraşırken bir yandan da teker teker fısıltıları dindirirdi. Dudaklarını okuyamayayım, onları tembihlediğini anlamayayım diye hep benim bakmadığım taraflara döndürür, öyle konuşurdu misafirlerle. “Babasını bekler o, bir tek bugün erken geleceğini bildiğinden bir aklı hep o çalacak kapı zilindedir.” haklıydı da. Dört yaşımdan beri babamı beklerdim, geleceğini bilerek büyük bir heyecanla. Yedinci yaş günümde de öyle oldu. Dünya’nın en güzel melodisiyle çaldı kapı. Koşarak açtım ve atıldım kollarına onun. Yedi yıllık hayatımın değişmez parçasıydı bu an, belki de en sevdiğimdi. Babamın içeri girmesiyle beraber dışarı çıkmamız bir olurdu. “Bu yıl hangi yöne gitsek?” diye sorar, her yıl farklı bir cevap vermeye özen gösterirdim. “Kuzey, kuzey olsun bu sefer!” Heyecanım yüzüne en sıcağından bir gülümseme yerleştirirdi. “Haydi o zaman kuzeye!” demesiyle başlardık adımlamaya. Vaktimiz kısıtlıydı, gün batmadan evde olmamız annemin en büyük şartıydı. Dikkatimizi çeken herhangi bir şey bulana dek ilerlerdik, pusula kuzeyi gösterdiği sürece bizi yolumuzdan döndürecek bir şey yoktu. Sanıyorum en çok o gün yürüdük, bacaklarım ilk kez bu kadar titriyor, ağrısı bütün bedenimi sarıyordu. Ben tempomu yavaştan kaybederken babamın sesiyle adeta uyandım, “Buldum!” diyordu. Yorgunluğuma aldırmadan yanına doğru koşturdum, dizlerinin üstüne çökmüş, üç yapraklı bir yoncanın yapraklarını okşuyordu. Kafam karışmıştı, yonca nasıl olur da dikkatini çekerdi, anlamlandıramamıştım. “Bak:” deyip işaret etti “bir, iki, üç. Yonca var burada.” O an anladım üç yapraklı yoncanın gizemini, babamdaki değerini. Bana dönüp gülümsedi, “Sağdaki yaprak annen, soldaki yaprak ben, ortadaki de sen olsun mu?”
Bu fikir çok hoşuma gitmişti, “Hep beraber olacağız o zaman!” diyerek neşeme kulak verdim, sevinçle sıçradım. “Hep beraber,” diye mırıldandı babam, “hep beraber…” O zaman çözemesem de yavaş yavaş anlıyordum şimdilerde. Beraber olduğumuz tek gündü yaş günlerim, diğer günler ben uyurken o gelir, o uyurken ben ayaklanırdım. Göremezdik birbirimizi, bilemezdik.
O yıl yaş günlerimin sonuymuş, bilemedim. Göremedim onu bir mermer taşının ardından başka, bıraktığı en büyük mirası, mezarının dibinde biten yoncalarına sahip çıktım. Yıllar geçti annemle, onun hasretiyle ak düşen saçlarımızı sayarken. Mezarında açan onlarca çiçeği görmedi hiç gözlerim, yoncalardaydı hep aklım, bizde. Annemsiz uğramazdım yanına hiç. Eksik, yanlış hissettirirdi annem olmadan yanına gitme düşüncesi. Yoncamızın yaprakları hep beraberken tamamlanırdı yalnız, bunu bilirdim. Ancak bir gün geldi, annem de hastaneye kaldırılmıştı artık. Bir ay uğrayamadım yanına, cesaret edemedim kopup gelmeye. Çok uzun sürmeden özlem ağır bastı, tek başıma niyetlendim ve vardım yeniden mezarının başına. Daha geldiğimi dahi idrak edememişken bir yonca ezildi ayaklarımın altında, toprağın acısını paylaştım; ona karıştım, naralar attım. Boynu bükük, üç yaprağının üçü de parçalanmış haliyle izledim o yoncayı. Özür diledim, gözyaşlarımla ıslattım, inandım yeniden büyüyüp serpileceğine. Ne gözyaşı devaydı ona, ne parmaklarımı soğuğuyla ısıran hazan mevsiminin esintileri. Yanına uzandım son kez, toplamaya çalışırken parçalarını, ona sarıldım. Hala toprağa bağlı oluşuyla umutlandım, tekrar doğmasını diledim: Şans onu bulsun, yaprakları etrafını doldursun. Başımı yaslayacağım yerin üzerini inceledim, yalnız topraktan ibaret olduğuna emin olana kadar yokladım. Huzurla yerleştim sonrasında oraya, yüreğim aynı yaprakları gibi paramparça, zihnim kaybolan varlığına takılı. "Geri gel!" diye haykırmak istedim gökyüzüne, parmak uçlarımdan akıp tüm vücudumu dolduran bu acizliğim daha önce hiç bu kadar gerçek hissettirmemişti
“Ben buradayım.” diyor olsa da yonca. Biraz uyusun, bu çaresiz onu korusun, semadan duyulsun. Sesim bir çağrıya dönüştü, gökyüzü gürüldedi. Şırıl şırıl durmaksızın yağmaya başladı yağmur, tombul damlaları toprağa yayılmış saçlarımda gezindi, can suyunu verdi. Gözlerimi kapattım, tek kelime etmeden teslim oldum adeta; buz kesen vücudumun içindeki ateşe biri dokunsun diye. Dokunmadı.
İçimden onlarca dakika saydım, dakikalar saatlere, saatler yıllara dönüştü. Yağmur bitti, ben kaldım.
Gözlerimi açtığımda bir ok daha saplandı yüreğime:
Vücudu köklerinden tamamen ayrılmış, ardında sorular ve çaresizliği bırakan yonca yatmıştı tam yanıma. Yağmur görevini icra etmişti, toprağın yeni konakçılarını yeşertmiş; incinenleriyse vakitlerinden önce vedaya sürüklemişti. Tek suçu "olmaktan" ibaret yoncayı andım. Adımlarımın acımasızlığını düşündüm, sonrasında da kaçmaya çalıştığım kendimin. Gözlerimi suçladım, sonra ellerimi, dizlerimi; insanın kendinden kaçması zor, nitekim en büyük avcımız içimizde. Bundandır yavaşça bulanmaya başlayan aklımın önünde durmadım. "Düşünme, düşüneme!" diye telkin ederken kendime, algılardan dahi yoksun olduğumdan habersizdim. Yitiktim hep.
Tekrarlanıp duran döngümde yerimi aldım, yoncanın ezilen yapraklarından tek iz dahi kalmayana kadar düşüncelerimin en diplerinde. Çalıştım, sabahtan uyandım; hayatta kalmayı en büyük marifetim bildim. Yonca nedir bilemeyene dek koşturdum. En zarif duyguların bile acımasızca bıçaktan geçirildiği sektörlerde yıllar biriktirdim. Bu yıllardan kuleler yaptım, kolonları akıldan, çatıları kaçırdığım anlardan, boyaları gözyaşlarımdan. Güneşten korundum onların ardında, vuran her ışık artık benden olmayan gözyaşlarını kuruttu, kulelerim renksiz kaldı, aynı ruhum gibi.
Yeşil rengin yaşattığı hüznü uzak tutmak içinse kendimden, kör ettim gözlerimi. Bir defasında fark ettirmediği o yoncanın hatırı üzerimde leke gibi kalmasın diye. Ondandır zamanı kaybettim, uğur nedir bilemedim ancak kederi en saf haliyle temsil ettim. Yitirdikçe yitirdim, benden kalan her şeyi. Annemin babamın yanına uzanışını gözyaşlarımın perdesinde izledim. Yoncalar serptim mezarlarının yanına, gönlümdeki yerinizi toprakta resmedene dek. Durmadım, bizi bulana kadar yeşerttim tüm mezarlığı, sizleri uğurladığım toprakta biz yeniden var olana dek bitmedi maceram. Sonsuzluğa uğurladığım yoncanın biz olduğunu bilmeden onlarcasıyla doldurmaya çalıştım yerini. Son bir yoncadaydı sıra: Kazdım ve büyüttüm onu, yedinci yaşımı tekrar tekrar yaşama arzusuyla. Sağ yaprağında babam, sol yaprağında annem, tam ortasındaysa ben. Biz olduk yeniden.