Bazen okurken yazarlarla ortak bir duyguya denk geliriz. İçimizde var olduğunu bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir duygu elimizdeki metinde nükseder. Cins dergisinin Eylül sayısında Kübra Kuruali’nin Suriçi Deyip yazısının hemen başında yer alan şu cümleler de benim duygularımı çekim alanına alıverdi: “Geçtiğimiz Eylül başında Gökçeada’daydım. Zeytinliköy sokaklarını turladığım bir akşam, bir madama, nefes nefese kalmış bir aile ‘ilerleyen yaşınıza rağmen bu yokuşlardan her gün nasıl inip çıkıyorsunuz?’ diye sordu. Madam bu soruyu gülümseyerek cevapladı: ‘Bu taşlar beni çocukluğumdan beri tanır, yaşlanan ayaklarıma yardım eder.’ Cümlesini tamamladığında dik yokuşun başındaki taş evinin, mavi boyalı ahşap kapısını açıyordu. Sorunun sahibi aile ise verilen cevapla ilgilenmeden, kahve kokularının yayıldığı meydandaki kafelere doğru ilerledi.” Kübra hanımın yazısına biraz ara verelim ve içimde etkilenen duygulardan söz edeyim.
Yirmi yıl oldu sanıyorum, benim yaşadığım mahalleyi betonların işgal etmesinden bu yana. Kavisler çizerek ilerleyen, yamalı asfaltlı cadde, kerpiç evler, ahşap kapılar, çıkmaz sokaklar hepsi ama hepsi o betonların altında kaldı. Daha yaşlanamadan kendimi bambaşka bir mahallede buluverdim. Ne sokakları beni tanır ne ben sokaklarını. Ev diye bir şey hiç yok bana göre, apartman hücrelerine mahkûm olmuş insanlardan biriyim işte bu yerde. Üstelik kimsenin tanımadığı, ilgilenmediği, selamlarımı bile yarım ağızla alan insanlarla yaşıyorum. Ne bakkal Ahmet abi var ne camiye giden yaşlı amcalar ne de köşe başlarında örgü ören kadınlar. Burada herkes bir koşuşturmanın içinde sabahtan akşama yaşayıp gidiyor.
Suriçi Deyip’e tekrar dönelim: “madamı izlemeye devam ediyorum. Göz göze geldiğimizde onu kalben anladığımı hissetmişti. Birbirimize mütebessim bir baş selamı verdik. Kapısını kapatınca onun bir koltuğa uzun oturmuş, ayaklarını dualayarak ovduğunu görür gibi oldum. Rahmetli babaannem böyle yapardı. Hemen hepsi yokuşta olan bahçelerinden döndüğünde ne yolun uzunluğuna ne yokuşun dikliğine söylenir, sadece onu gün boyu taşıyan ayaklarını şükür ve duayla ovardı. Kendisiyle bahçeye gittiğim günlerde yorulup mızmızlanırsam: ‘Gide gele bu yollar seni tanıyacak, o zaman da seni hiç yormayacak’ derdi. Ne yalan söyleyeyim o yaşlarda buna hiç inanmazdım. Haklı çıkmış, dediği olmuştu. Artık yürüdüğüm yollarla tanış olmayı biliyor, yol ile tatlı bir muhabbete dalıyorum.”
Yaşadığı mekânla ünsiyet kurmak, çağımızın insanıyla ne kadar uyuşur pek kestiremiyorum. Hani bazen bazılarımız hayıfla, biz böyle değildik, ne oldu bize? diye sorarlar ya hani. İşte olan bu. Artık yaşadığımız yerle, kullandığımız eşyayla bağımızı kopardık. Sokak lambasıyla, parktaki ağaçlarla, kamelyayla, bankla eski insanların kurduğu gönül bağını kurmayı bilemiyoruz. Çünkü sokak lambaları hayalet gibi eğretileşti, parktaki ağaçları belediye işçileri suluyor, kamelyaya, banka vakti paylaşmak için değil, bir yerden bir yere geçerken oturuyoruz. İçinde muhabbet kuracağımız, zamanımızı bölüşeceğimiz insanlarımız kalmadı. Hepsi daha konforlu bir hayat uğruna, kat karşılığı çağın iradesine verilmişti çoktan.
Modernleşen semtler, büyüyen şehirler, hızlanan hayat kendi çarkında insan öğütürken, olayları akşam televizyon ekranlarından sanki bu semte olmamış, bu şehirde yaşanmamış gibi seyrediyor, kendi hayatımıza dokununcaya kadar bigâne kalıyoruz. Oysa aynı çatı altında yaşadığımız insanlarla bile yakınlık kurmaktan, hem olmaktan kaçtığımız için içimizdeki boşluk büyüyor, yalnızlığımız artıyor ve çağın çarkının öğüteceği bir maddeye dönüşüyoruz. Kimse umursamıyor, kimse hayatın hızını yavaşlatmayı düşünmüyor. Kimse ayaklarını bastığı yerle bağ kurmayı aklına dahi getirmiyor. Topraktan yaratılan insan, toprakla arasına beton dökmeye devam ediyor. Bu da gerilim üretiyor, stres yapıyor, hayatın dengesini bozuyor.
Artık “benim sadık yârim kara topraktır” diyen ozanlarımız yok. “yüksek odalarda mangal kömürü” diye seslenen türkülerimiz unutuldu. “evlerinde lambaları yanıyor” diyerek gelen nağmeleri kulaklarımız tanımıyor. Her şey değişiyor ama geliştiğini iddia etseler de gelişmiyor. Her şey içimizde çürüyor, çürük meyvenin sağlam meyveyi çürüttüğü gibi bizleri çürütüyor. Elbette artık eskiye dönemeyiz. Ancak yeniyi inşa ederken insan fıtratına uygun malzemeler kullanarak yeni mekânlar kurulamaz mı? Öğrenilmiş esaretimizden kurtulmak için bağ sandığımız şeyleri asılıversek aslında onların bağlı olmadığını göreceğiz. Bu dünya insan için yaratıldı, bunu idrak ettiğimizde he şey aydınlığa çıkacaktır. Doğaya ve duaya dönelim yeter.
Sevgiyle kalın.