Gözlerim onun siluetine esir olmuştu. Baktığım her yerde ondan bir iz, gördüğüm her nesnede ondan bir parça varmış gibi geliyordu bana. Secdeden başımı her kaldırdığımda onun eşsiz güzelliğini sezinler, bedenimin ruhumla beraber kıyama kalktığını hissederdim. Gözlerimin feri olan nur şuleleri önümü aydınlatır, yolumu ve yönümü gösterirdi. O’nun yanı başındayken tatlı bir rüzgârın yanağımı okşadığına, etrafımı saran mis gibi kokuların burnuma hücum ettiğine şahit olurdum. Ona yaklaştıkça yüreğim kafesinden çıkacakmış gibi çarpar, yoğunlaşan duygularım beni benden alır ötelere götürürdü hep.
Ömrümde ilk kez böyle bir rüya görüyordum. Zaman durmuş, mekân dürülmüş; sonsuzluk yolunun ilk eşiği belirmeye başlamıştı. Ancak kalp gözünde canlanan ilahi atmosfer, ruhumun en derinine nüfus edip, onu kirinden ve pasından arındırmış, gönlümü gül bahçesine çevirmişti. Burada bulunan mahşeri kalabalık sonsuz mutluluğu yürekten hissetmekte, sanki galaksi etrafındaki yıldızlar gibi durmadan, dinlenmeden aşk ve şevk ile dönmeye(tavaf etmeye) devam etmekteydi.
Yıllar yılı binlerce kilometre uzaktan yöneldiğim o kutlu yapı, şimdi tam da karşımdaydı. Artık onunla aramızdaki mesafe kalkmıştı. Ne mutlu ki, hasret bitmiş vuslat gerçekleşmişti. Şu an içim seyri sülük yolculuğuna çıkmanın tatlı telaşıyla kıpır kıpırdı. O’nun yanında olmak beni transa geçirmiş, bedenimle birlikte tüm hücrelerim İlahi Aşkın yörüngesine girmişti. Yaşadıklarım Hz. Ömer’in (r.a) “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” Sözünü hatırlamama sebep olmuş, bu söz iki de bir kulaklarımda yankılanmaya başlamıştı. Şimdi bilerek ve bilmeyerek işlediğim günahlar için Yüce Rabbimden af dileme ve kendimi hesaba çekme zamanıydı.
Peygamber Efendimize ilk vahiy’in indiği; “Hıra” mağarası ile Medine’ye hicret etmeden önce müşriklerden gizlendiği; “Sevr” dağını görmek ve onun ayak izlerine yüz sürmek mutluluğun en güzeliydi.
Arafat’ta milyonlar vardı. Başı ve sonu görülmeyen insan seli sanki kopan kıyametin bir kopyası gibiydi. Gece vakti yollara düşen insan yığınları yeryüzünü dar etmişti. Şeytan taşlamak için yollardaydık. Bir hacı arkadaşım kulağıma eğilerek; “Önce biz içimizdeki şeytanları taşlayalım, onlardan arınalım yeter!” diyince, ona haklısın diye cevap vermiştim.
Veda tavafı gördüğüm rüyanın sona erdiğine işaret ediyordu. Ayrılığın acısı içime kor olup düşmüştü. Avuçlarımı Sema’ya açıp O’nun evim diye buyurduğu mübarek Kâbe’nin yanı başında O’na yakarırken dilime dolanan heceler, dizelere dönüşmüştü.
Beyaz mermerlerini tek tek öpsün ayağım/Mis kokan rüzgârınla serinlesin yanağım/Ey Kâbe hasretine bilmem nasıl dayanayım/Bırak garipler gibi bir köşene kıvrılayım.
Elimde olsaydı bu tatlı rüyadan hiç uyanmaz, tıpkı bir meczup gibi ömür boyu onun yanı başına kıvrılır öylece yaşar giderdim. Ancak dönüş yolu önüme serilince bunun mümkün olamayacağını anlamıştım. Bedenim sılaya kavuşsa da, içimi saran tarifsiz burukluk bana yüreğimden bir parçanın Kâbe’de kaldığını haykırıyordu. Şimdi hasretin biri bitmiş, diğeri başlamıştı.
Allah’a emanet olunuz.