Söyle ona, söyle! Bir adım kaldı sadece, tutsağım on yediye! Raflarda toz tutan kitaplarım, masamda duran bol bol mürekkebim var, bir zamanlar kalemliğim olan o kutunun içiyse imzamı atmadığım buruşturulmuş yazılarımla dolu, kendime bıraktıklarım; bir dolu çöp! Biriktirdiğim tek bir sevgi tomurcuğu yok hırs bürülü kalbimde, bir kervansaray orası, odalarında hep insanları dinler ancak kimse onu dinlemez. Onun duvarlarının da dili vardır, bilsen zamana esirdir. Kimse görmez ancak onları, onca süsle bezenmiş odada gözler bir an olsun solan boyayı ve dışarıdan gözüken sıvayı fark etmez. Bazen bilindiğini düşünür kalp, odacıklarının ve duvarlarının. Küçük heyecanlar besler içinde, neşesi ya da hüznünü paylaşabileceği ritimde birine rastladı sanar. Bilir, ritim ki ne ritim, kimseyle örtüşmez. Yine de hislerin yaşattığı dünya hatrına kandırır kendini. Her günün akşamı, her akşamın gecesi, her gecenin sabahı. Ne denli bir gaflet uykusu der insanlar bu umut yapraklarını yeşerten yola, bilmezler, istemezler. Onlar kendilerini gerçeklerle kandırır, kalp gerçek sandıklarıyla. Biri kör eder, diğeri uyuşturur. Kulağıma bir duyum gelir, kaç yıl öteden bilinmez:
“Sen ve ben yerine, onlar ve biz olduğumuz yaşamlarda tekrar karşılana dek!”
Dizlerimin bağı çözülür ilk başta, sonra haykırırım:
“Rüyalarıma uğra!”
Etrafı kaplayan sis, ardından duman olan ses. Ne bir siluet ne bir yaşam kırıntısı çevremde. Aynalar ve ben, her yerde. Yumruklarımın savruluşu hissediliyor her bir hücremde, kırdığım aynalardan yansıyan yine ben. Aklım, nerede benim aklım? Rüyalarıma uğra dedim ancak bilemedim, o hep bendim. Yalnızlığıma haykırdım ve beni bırakmadı, bırakmadı ama hapsetti. En korktuğum görüntü yansırken aynada, dileğimin bu olduğunu tekrar ve tekrar hatırlattı. Yüzümü kapattım ellerimle, n’olur on yedi, serbest bırak beni! Dünya’yı göreyim ben de, kainata adım attığım andan itibaren tuttuğum o nefesi artık bırakayım, bir kez soluklanayım. İçten gülümseyeyim, canlı hissedeyim, düşüneyim ve konuşayım, çizeyim, mırıldanayım, adımlayayım, kaybolayım, risk alayım, cesaret edeyim... Pençelerini çek üzerimden, kimim bileyim! Sonraların ardına gizlenen benliği göreyim, geçiştirmeler değil şimdi olayım. Bırak, bırak seni de kovalayayım. Nefes nefese kalana dek peşinden koşup ağaçlardan dökülen yaprakları güz esintileri eşliğinde ezeyim. Her şey bitti ve kazandım sanayım, bir kereliğine, oldum diyebileyim. Dilerim merhamet dokunsa camdan yüreğine, bıraksan beni. Hem nedendir ki acımasızsın on yedi, insan mısın sen? Acınasılığın mı doğurur acımasızlığını, neden ağlatırsın sana sığınanı? İnsanoğlu inanır, kandırılır, sürüklenir. En iyi sen bilirsin. Kim kandırdı on yedi, hangi acımasız yürek suçsuzların nezarathanesinde gardiyan yaptırdı seni?
Öğretti bana: kalplerimiz kötülüğün miladından önce karanlığa gömüldü. Bizler uykudayken karanlığı yuva bilen her türlü musibet kolaylıkla sızdı hiç çıkmayacağı inine, tam içimize. Ondandır kalmadı dünyada saf iyilik, kötülük bizler olduk, insan oldu, beşer oldu.
Kendimizde boğulduk, çırpındıkça daha derine, düşündükçe göklere yükseldik ve karıştık: ilk hava, sonra suya, yavaşça. Nüfuz etti damarlarımıza yoksunluk, kendimizden uzak lakin biz olmaya o denli yakın mısralarda. Mürekkebim karıştı gözyaşlarıma, büyüttü ve öğretti bana.