Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, Yavuz Sultan Selim Han, tarihe altın harflerle kazınan şanlı Mısır zaferinden sonra Sam yakınlarında otağını kurdurarak burada üç ay kadar kalmıştı. Bir Türkmen kızı da, sabah hünkar çadırına gelerek, otağın temizlik ve tertip işlerini yapardı. Yine bir sabah geldiğinde, Sultan Selimi tam çadırdan çıkarken görür. Bir an Han’ın kudreti ve gözleriyle göz göze gelince, Türkmen güzelinin gönlü Sultana, su gibi aniden akıvermiş. Bir anlık kısa bir bakıştı o ama asla unutamadı Türkmen Kızı. Bir gün, gözü, hünkâr çadırının direğine ilişmiş. Aşkın kuvvetinin cesareti ile: 'Seven insan neylesin” yazmış. Hayatındaki cevapsız soruların özüymüş çünkü bu yazı. Sultan, otağına geldiğinde, birden direkteki yazıyı fark etmiş,” Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endişe derken… Almış eline kalemi söyle bir satır da o düşmüş ayni direkteki dizenin altına. ''Hemen derdin söylesin.” Kız, ertesi gün otağın direğine baktığında, sevincinden çağlayan ırmaklar gibi ağlamış, yer de onun olmuş âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-i aşkta bulunmanın, ateş girdabına atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmış. “Varsın olsun bu aşk, buna değer diye düşünmüş.” Heyecan içinde, zoru ve korkuyu nefes nefese yaşayarak, bir satır daha yazmış ayni direğe “Ya korkarsa neylesin?”
Hakan, akşam, çadıra döndüğünde, bakmış ki direkte aşk, heyecan ve korku dolu sözcüklerin buluştuğu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karsısında. Hemen o yazının altına bir mısra daha eklemiş, aşka yenik düşen koca padişah: '’Hiç korkmasın söylesin.”
Sabahın olmasını sabırla beklemiş padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’ı çağırtmış, derhâl bir emir vererek: ” Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tiz elden bu kızı huzura getirin.” Emir üzerine gözleri ürkek bir ceylanı andıran, kirpikleri ok misali adamın yüreğini vuran, yüzü ay gibi gönlü burkan, nazenin, ceylân gibi bir kız karşısında duruyormuş hünkarın. Başındaki yazmasının ucu pembe oyalı, endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücük, hoş bir kız. Halifeyi görünce heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Yavuz "Buyurun, sizi dinliyorum" deyince, kız, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim...” der. “Cariyeniz... Size..."
Yavuz, hiçbir şey sormamış, etrafındakilerin yüzüne bile bakmadan "tiz kurulsun düğün alayı" buyruğu yankılanmış geniş obada bir anda. Üç gün üç gece şenlikler yapılmış töre gereğince. Son gece, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüş, bir kara baht çıkınından yayılan acı haber, yeri göğü mateme boğmuş. Ahu gözlü dilberin ”Selim” diye çarpan saf ve minik kalbi birden duruvermiş. O çadırın direği, bu aşkın ketum şahidi olmuş asırlardır. Bu fani alemde vuslat nasip olmamış o gencecik yüreğe, hekimler biçare, lokmanlar şifasız ecza sürmüşler bu acıya. Bu hazin gönül yangınının sonunda koca hünkâr, ağlamış” ve Türkmen kızına yaptırdığı mezarın taşına, şu manzumeyi yazdırmış:
Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi hun eşkimi füzun etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek.
”Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki;
Gözyaşımı kan içinde bıraktı, aşkımı artırdı
Benim pençemin (gücümün) korkusundan aslanlar (bile) titrerken,
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti.’’
Koca çınar devrilmiştir artık, savaş meydanlarında en kuvvetli orduları savuran koca cihangir aşkın kuvveti karşısında yenik düşmüştür. Hem kalemin hem de kılıcın ağladığı bu aşkın hikayesi, her aşk gibi yarım kaldı, her gözyaşı gibi hüzün bulutları taşıdı kalplere…
Hikaye bitti mi dersiniz! Hayır. Aslında burada anlattıklarımız bir şirpençe hikayesinin ortası…