Yürürdü mahallenin taş döşeli sokaklarında, ne hızlı ne yavaş, ağır ve aynı sadelikle atardı adımlarını. Elinde kehribar bir tespih, yeleğin cebinde köstekli bir saat… Uzun saçlarını ortadan ayırırdı, sakalı gür, bıyıkları hep kısaydı. Yalnız yaşardı ve bu yalnızlığı kimden nasıl kalmıştı, sanki büyük bir sırdı. Ne çok giz vardı hayatında bu acayip adamın. Nereliydi ve nereden gelmişti? Neden bu kadar dakik ve neden bu kadar bağlıydı alışkanlıklarına. Ve neden bu kadar ağır ağır konuşurdu? Sözü ağır, ifadesi ağır, hikâyesi ağır…
“Yâ nasip” diyerek omzuna aldığı siyah kalın kaşe ceket, yaz kış hiç düşmezdi üzerinden. Yazın omzuna atar, en sıcak günlerde bile yeleği çıkarır, beyaz gömleğiyle kalır ama yine de ceketi kollarına alırdı. En soğuk kış günleri, zemheride bile siyah ceketini yeleğin üzerine giyer, daha da bir şey giymezdi. Yağmur yağar, kar yağar, esen yele aldırmaz ne palto ne hırka, ne varsa siyah ceket işte.
Dışarıda kar yağar, zemheri yakar, herkes sarıldıkça sarılır paltosuna, kabanına, sobalar yanar, bacalar öfkesinden kara duman çıkarır, şehir üşür, mevsim üşür, ocakta demlik üşür ama bu adam üşümez. Üşüdüğünü, üşür gibi yaptığını hiç gören olmamıştır.
Soğuk yakar kimi zaman, soğuktan yükselir bazen ateşi bebeğin. Zıddıyla tarifini arar isimler, soğuk sıcakla bilinir de bu adamda soğuk nedir nasıl bilinmez? Nasıl üşümez bir insan? Yine böyle bir gecede kahve ahalisinden biri “üşümüşsündür, hele gel şöyle sobanın yanına” deyince, adam tespihini avuçlayıp “Sıcak üşüyene gerek, zemheri kadar soğuksa üşür mü insan” deyip kestirip atmıştı sözü.
Bu adamın kahveye gelip de ellerini, yanan sobada ısıttığı vaki değildir ve hatta ellerini hiç ovuşturmuş bile değildir. Her zaman ütülü beyaz gömleği, siyah yeleği ve siyah ceketi… Evli olmadığı malum, annesi göçeli bu dünyadan epey olmuş, ne kardeş kalmış ne hısım akrabası… O beyaz gömlek nasıl bu kadar beyaz kalır ve nasıl hep ütülü olur? Neden merak eder insan bu kadar, neden düşüp gider soru işaretlerinin peşine. “Düşme kardeşim düşme” dedi işte o Acayip Adam.
Kara kış gecelerinde ağır adımlarla geldiği kahvede ağır ve koyu bir sohbetin tam orta yerinde ceketini çıkarıp sandalyesinin arkasına astığı an herkes bilir ki bu acayip adam, derin bir meseleye başlayacaktır yine. O siyah ceket, sandalyede asılı kaldığı sürece, en derin mevzular derinlemesine konuşulacak, ağır sözleri anlamaya çalışırken birileri, o devam edecek hararetle söze.
Bu acayip adam, ne çok şey bilir böyle! Ahali onun bu kadar bilmesine değil, bilginin adamı getirdiği hale şaşardı belki de. Söylediği her söz dirilirdi sanki kendinde. Yağmur ne zaman yağacak, mevsim nasıl geçecek, ağaç nasıl budanıp, karpuz nasıl kesilecek, hepsini nasıl da bilir ve bildikleri nasıl da adamda oluverir?
Siyah ceketini yazın omzundan, kışın sırtından düşürmeyen bu adam, yalnız kalmayı başarmıştır da bu kadar yareni, dostu, seveni ne ara kazanmıştır acaba? Neden cebinde beyaz bir mendil ve bir kalem ve bir kâğıt taşır ve o kâğıtta hep iki mısra şiir başlamıştır? Kahkaha attığını gören yok da yüzü hep neden mütebessimdir?
Bir acayip adam, bunca büyük lafı daha büyüterek söylemeyi başarır, bunca büyük laftan sonra gelir mahallenin çocuklarıyla birdirbir oynar, ebe olur çocuk arar, çelik çomak yapar, sapanla kuş avlar. Gerçi hiç kuş vurmamış derler, vuramamış mı, vurmamış mı kim bilir?
İşte bu acayip adam, bir haziran sıcağında, mahallenin haylazlarıyla ava çıkmış. Çocuklara inceliğini öğretmiş avcılığın, demiş “mesele vurmak değil, vurabilecek kadar öğrenip vurmamayı başarmaktır.” Öğrencileri cevval, öğrenmişler hemen. Ve bir çocuk vurmuş ilk serçesini, serçe yaralı, çırpmış kanadını, adam çırpınmış, kuş yaralı, adam yaralı, bir kuş kalbi gibi yaralı. Çocuk getirip koymuş minik serçeyi adamın avucuna.
Avuçlarının içine almış serçeyi, her şeyi bilen adam lal olup kalmış, çocuklar adamın haline bakıp ağlamış, adam kuşa ağlamış. Ceketiyle örtmüş kuşu, dönüp gitmiş, yürüyüp gitmiş, ağır ve daha ağır. O gün, o acayip adam kahvenin ortasında kurulu sobanın başına gelip, ellerini sobaya uzatmış.