Daha önce, teknolojinin Allah'ı görünmez kılmak gibi bir yan işlevinin de olduğuna dair bir yazı yazmıştım.
Sanırım şimdi büyük bir özgüven, hatta biraz da keçi inadıyla öne sürdüğüm başlıca tezlerimden birini somutlaştırmanın vakti gelmiştir.
Elle ya da ayakla toprağa temas etmek insana enerji verir, huzur verir, rahatlık verir, ruhuna ağırlık veren yükleri alıp içine çeker. Stresi azaltır. Bunlar, bilinen şeylerdir. Çünkü insanın hammaddesi topraktır, ondan yaratılmıştır. Dolayısıyla, insanın doğası ile toprak arasında gizemli ve yaşamsal bir bağ vardır. Onun için doğal olan toprağa yakın ya da onunla temas halinde olmaktır. Toprakla temas içinde olmak yalnızca Yüce Rahman’ı daha iyi kavramak ve hissetmek için değil, aynı zamanda kaçınılmaz son durak olan mezara aşinalık kazanmak içindir.
Toprakla fazla içli dışlı olanlar, ölüme karşı daha cesur, hatta kimi zaman hasret dolu olurlar. Ünlü ozanımız Âşık Veysel’in “Benim sadık yârim kara topraktır.” şarkısını hatırlayalım. Bu hep toprakla haşir neşir olmuş bir adamın toprağın bağrına varıp yatmaya duyduğu özlemdir. Toprak, insanı bir şekilde çeker. Beton hücrelerin tutsaklığından bir şekilde kurtulup toprağa dönmek gerekiyor. Bu bağlamda, bir Müslüman’ın mutlaka ve olabildiğince doğal bir yaşam sürmesi, daha açık söylemek gerekirse, en azından bahçesi olan müstakil bir evde ikâmet etmesi gerektiğini düşünüyorum. Kedi, köpek, tavuk ve benzeri hayvanlarının olması ve bir hobi olarak bahçede düzenli şekilde yazlık ve kışlık sebzeler yetiştirmesinin önemine vurgu yapıyorum. Dediğim gibi, bu yaşam tarzı hem imanın yerleşip olgunlaşması hem de dünyadaki özgürlük ve mutluluğu açısından son derece isabetli bir tercih olacaktır. (Bir roman klasiği olan Cennette İki Yıl, bu anlamda gerçek ve özendirici hikâyesi ve felsefesi açısından gönül rahatlığıyla önerebileceğim görkemli bir referanstır.)
Sabah horozunuzun sesini duymadan, baharda uyanınca bahçeye çıkıp ağaçlarınızın çiçeklerini koklamadan, sebzelerinizin o gün kaç santim büyüdüğünü izlemeden, olgunlaştıkları vakit örneğin domatesleri, biberleri, salatalıkları, yeşil nohutları, mısırları dallarından koparıp yemeden, çimlere gündüz sırtüstü uzanıp gökyüzünün açıklarından ağır ağır akan bulut kümelerini, gece ise aynı şekilde yıldızları seyrederek hayaller kurmadan, kümesten yumurta toplamadan, anne olmak için follukta bir süredir sessizce yatan tavuğunuz yumurtadan ilk yavrusu çıktığı anda devreye giriveren koruma içgüdüsüyle saldırganlaşıp üzerinize uçarak atladığında arkanızı dönüp bağırarak kaçmadan, bir akşamüstü bahçenize giren bir kedi yavrusunu bir anne sıcaklığıyla kucaklayıp büyüttükten sonra bir Mart günü kendisine kız arkadaş bulmak için dışarıya çıkıp dolaşmaya başladığını, sonra bir gün kız arkadaşını alıp eve getirdiğini görüp hovardalığına neşeyle kahkahalar atmadan, kimseyi rahatsız etmeden özgürce gürültü yapabilme lüksünü kullanmadan, yağmurdan sonra çıkan güneşin ardından bahçede boy atmış bir mantar bulup özenle yerinden çıkardıktan sonra ateşte pişirip yemeden, şöminenin önüne oturup bitmesini hiç istemediğiniz bir kitabı keyifle okumadan, yanan ateşin közlerinde sebze pişirip kendi kokuları içinde yemeden, kalan közlerin üzerinde kahve pişirip içmeden, bahçede oynayan çocuğunuzun giysilerinin, yüzünün gözünün toz toprakla kirlendiğini görmeden yaşlandıysanız, hayatınızın yarısı boşa gitmiş demektir.