Yaşım beş mi o Ramazan yoksa altı mı daha çocuğum yani, ilk kez o Ramazan ayında babama satmadan tutmuştum orucumu. Zor değil miydi, zordu ne yalan söyleyeyim. Sıcaktı, yetmiyordu gölgeler susuzluğuma. Bahçedeki çeşmeyle dost olmuştum iyice. Ne zaman koşsam yanına sonuna kadar açıp çeşmeyi, suyun altına sokuyordum tüm bedenimi.
Akşama doğru annemin dizinde kendimden geçmiş vaziyette yarı uykulu “Ne kadar kaldı anne” diye sorup durduğumu hatırlıyorum. “Bir ezan vakti kaldı yavrum” diyor saçlarımı okşuyordu. Peygamberin çektiği açlıklardan anlatıyordu sonra bana. Annem anlattıkça daha çok seviyordum o mübarek insanı, daha çok seviyordum adı anılınca annemin dudaklarından düşmeyen duaları.
Babam geliyordu işten, adam gibi geliyordu, devrile devrile omuzlarında kocaman bir hayatın kocaman yükleri varmış gibi geliyordu. Lakin hepsini kaldırıp yerinden bir çırpıda kapının önüne bırakıyor beni alıyordu omuzlarına. Ne kadar yüksekti Allah’ım ne kadar büyüyordu boyum. Ellerimi açıp kuşlar gibi uçtuğumu hayal ediyordum.
Babamın gelişi oruçlarımızın açılmasına az kaldı demekti benim için. Bir elinde ekmek diğer elinde bir iki paket ve beni görünce yüzüne düşen o eşsiz gülümseme… Evin içi ekmek kokardı ve ben susamlarını çok severdim ekmeğin.
Babam şu günlerde daha geç geliyor işten ve yemekten sonra yine gidiyor evden. Sordum anneme, hem beni camiye götürmüyor hem geç geliyor diye. “Bayram yaklaştı Paşam, çalışacak bu ara çokça biraz” diyor. Sahi bayram; yeni ve güzel elbiseler giyeceğim, beni her gören “maşallah Paşaya” deyip sevecek, Haminnemin güzel tatlısı, dedemin verdiği harçlık ve her gittiğimiz yerde rengârenk şekerler…
O akşam babam elinde büyükçe bir paketle geldi. Yemekten sonra beni çağırdı yanına. Annem gelip oturdu yanımıza. Babam açtı paketi; siyah ceket, siyah pantolon, beyaz gömlek hatta yeleği bile var. Annem gülüyor, babam övünüyor. Önce gömleği giydirdi annem, sonra jilet gibi siyah bir pantolon, siyah yeleği de üzerine giyince kocaman öptü babam, okuyup üfledi annem, bendeki hava, o neşe, o gurur…
Elbiselerimi çıkarmak istemedim hiç, öyle uyumak bile geçti içimden. Annem izin vermedi “ütüsü bozulmasın” dedi. Ne kaldı şurada bayrama, bir arife günü işte. Siyah pantolon, siyah yelek beyaz gömlek…
Gece ne geldi aklıma; Şimdi bunların altına şöyle güzel bir ayakkabı olmaz mı? Dün gördüm komşumuzun oğlunun ayağında; siyah, parlak, bağcıklı, koca adam ayakkabısı gibi. Düştü aklıma o gece. Çocuğum ya bir taraftan, hem kaç gün oruç tutmuşum hem gelmiş bayram. Nasıl etmeli, ne demeli de aldırmalı o güzel ayakkabıyı?
Davulcular geçiyor evin önünden, ne çok korkardım önce onlardan, korkup gelirdim annemin yanına da bir gün babam çıkarmıştı gece vakti evden. Alıp götürdü davulcunun yanına; baktım bizim mahalleden bir amca. Elinde bildiğimiz davul, vuruyor ha vuruyor o vurdukça yanıyor lambalar. Bilip görünce rahatladım hatta bir iki de davula ben patlattım.
Kalktım hemen yerimden, paketi alıp açtım, takım elbisemi çıkardım. Özene bezene giydim ne varsa; gömleğin düğmeleri dek gelmedi boş kaldı iliğin biri, yeleği ters giymişim, çizgili pijamamın görünüyor çizgileri, pantolon düştü düşecek, bir taraftan çıkıyor gömleğin eteği, çoraplar yok bir de terlik geçirdim ayağıma, çıktım annemin karşısına; annem güldü annemin gülüşüne babam uyandı o da güldü. Onlar gülünce ben de güldüm ama ne dedi sonra babam; “bu takımın altına gitmemiş bu terlik, bir ayakkabı almak lazım hanım.”