Ben Kimim Sen Nesin?

Hakan Bahçeci

Solgun ve yorgun bir hercainin nazlanarak salınışına, son yaprağın dalından ayrılışına, son kapının kapanıp, tüm ışıkların sönmesine ve son bir veda cümlesinin pervasızca söylenmesine duyarsız ve tepkisiz kalamayacak kadar içli ve hisli biriydi. Onu bu kadar yakından tanımama kendi mi fırsat vermişti ben mi çok mu ileri gitmiştim? Birini tanımak hem neden bu kadar zor ve hem neden bu kadar kaçınılmaz? Ne kadar tanırsın sorusunu sormaya hakkımız yokken daha.

Ne alıp sattığından ne iş yaptığından haberdar olmanın ötesinde bir bağın kıymet ve önemine binaen; Dalıp giderken uzaklara, kimin neyi düşündüğünü ve neyden konu açacağını bilmediğim bir anda, derin bir nefes alıp, hiç mevzumuz değilken, yaşama dair çetin bir sual sorar ve çoğunlukla yine susup beklerdi. Dünyanın öte ucunda oyuncaksız bırakılmış bir çocuğun mahzunluğuna üzülür, soğuktan titreyen bir çobana dertlenir, evsiz kalmış bir ailenin babasına hayıflanır ve yine susardı.

Gitmek bilmeyen bir hüznü vardı, ne zaman sessizlik başlasa gelip konardı yüzüne, sonra bedeni küçülür, sonra tespihini çıkarır, beklediği biri varmış da şimdi gelecekmiş gibi karşıya bakar, önce bir çocuk olur sonra kocaman bir adam, sonra yakıştırmaz bu hali kendine, toparlanır kendi olur.

Kapılara, pencerelere sokağın köşesine bakarken yakalardım bazen, bir çift göz onu takip ediyor da onu bulmaya çalışırdı sanki. Tedirgin bir çocuk gibiydi o anlar, değilse bir dervişti hayata karşı konuşurken, kadim bir dosttu vefadan bahsederken, bir usta, bir komutan, bir babaydı dertleşirken. An gelir şair gibi isyan eder, bir ozan gibi türküler söylerdi. Bu kadar uçlarda bu kadar farklı hisleri nasıl taşırdı ve nasıl da değişirdi birden? Merak etmedim değil de üstüne düşmedim, varsın olsun da böyle dursun dedim.

Uzunca susardı kimi zaman, konuşmayı unutmuş sanırdım yoksa insan nasıl böyle susar ve nasıl saklar kendini. Saklar dedim ya, severdi saklanmayı; kapı ardına, duvar dibine saklanmak değildi onunki. Kendine saklanırdı, sesini sözünü ve hatta eminim hüznünü saklardı. Yitip gideceğinden korkardım, bu kadar saklanırsa bulamayacağımdan. Bilirdi darıldığımı bilirdi biraz da kızdığımı. Çıkar gelirdi sonra, pamuk şeker almış gibi, bir uçurtma uçurmuş gibi, bir erenin elinden tutmuş gibi.

Devrile devrile yürürdü çoğu zaman, bir ihtiyar görse sesini kısar, yumuşatır, uzunca selam verir, elini göğsüne götürür, bir de dua ister. Çoğu zaman tutar bu, en azından bir tebessüm alır, gülümser “günün bereketi” der, yürümeye devam eder… Derviş misin, ermiş mi diyecek olurum, sözümü keser; “bir garip yolcuyum” deyip türkü mırıldanır.

Severdi çay ocaklarını, hangisinde ihtiyarlar mekân tutmuş, hangisinde gençler sohbete dalmış, hangi ocağın çayı demli, hangisinin kahvesi telveli bilirdi. Çay ısmarlardı cebindeki son parayla, kime olduğunu bilmeden. Tanırdı kahve sahipleri, masası boş kalmaz, herkes dağılınca kalkardı.

Mekânların da ruhu var der, eski bir taş duvar, yıkık bir ahşap kapı, engin bir kubbe görünce, hayran hayran bakar, eliyle yoklar ve mekânla yaşamaya başlar. Peki, var mıdır bir mekânı, yoktur derim, iki oda bir mabeyin, dededen kalma küçük evi saymazsak. Eksik olmaz kapısında kediler, bahçede hercailer, pencerede çiçekler… Yalnız kalmasına mı şaşmalı, yalnızlığı tercih etmiş olmasına mı?

An gelir, ne varsa anlatacak sanırdım hani içinde ne varsa, olanı da olmayanı da. Öyle bir yerde susardı ki ne ben konuşabilirdim ne kahve sahibi. Sonra ne yapar eder, sözü bana getirir, beni dinler benimle dertlenir. Dinlemek de maharet azizim der, iki çay söyler, söz demlenir, muhabbet kemale erer, vakit tamam olur, usulca müsaade ister ve yine saklanarak kendine mekânı terk eder. O gider ben de kendimi kendime sorarım.