Vaktin yetmediğinden şikâyet edenlerden misiniz? Sabah kalkıyor ne ara akşam oldu bilemiyorsunuz. Dönüp bakınca günün sonunda, derinliği olan, sadra şifa bir hikâye yazıldı mı? “Mutlu olmak için zaman harcıyoruz” diyordu daha bugün sabah ekran yüzlerinden biri. Oysa mutluluk zaman harcanarak ele geçen bir kazanç mıdır? sorunun ne ile ilgili olduğundan kime ne belki de. Eskiler “mutlu olmak” yerine “bahtiyarlık” derlermiş; bahtınla barışık ol, bahtına yâr ol anlamında.
Paketlenmiş, aynı şekil ve gramajda hazırlanmış tablet kolaylığında bir hayatın tam ortasındayız. Konfor ve rahatımızı ufak tefek şeyler küçük yalpalar bozmaya yetiyor. Hızlı ve aceleci davranıyor her işimizi “acil” koduyla etiketliyoruz. Firmalar, kurumlar, kuruluşlar hızlı olmalarıyla övünüyor, kocaman ulaşım şirketleri bize zaman kazandırmanın hazzını yaşıyor.
Ağız tadı derlerdi büyükler… Şimdilerde ağızlarda ne tat kaldı ne tuz. Çabuklaştırılmış, rafine edilmiş, özeti çıkarılmış bir hayatın cümlesi bile değiliz artık. Birer objeyiz ve nesnel taraflarımız istatistik ilminin konusu oldu çoktan.
Bizde “ekmek” sofranın ağasıdır. Ona ağalık vasfını yükleyen buğdaydır. Buğday toprağı, toprak beşer olanı hatırlatır. Toprağa yakın olmalı insan çünkü topraktır geldiğimiz ve döneceğimiz yer.
Ekmekle doyarız biz, suyuna ekmek banmadan çorbaya kaşık sallamayız. Sallama çaylar çıktı çıkalı, çayı porselen fincanlarda, kâğıt bardaklarda içmeye alıştık. Ekmek arasına sıkıp yediğimiz çökeleğin yerini koca öğünler aldı şimdilerde. “Hızlı yiyecek” diyorlar buna, oturmana bile gerek yok, ye ve çık… Ne ekmeğin tadı kalıyor ağzımızda ne ekmeğin arasındaki yemeğin ve çoğu defa ekmeğin arasında ne olduğunu bile fark edemiyoruz. Soslarla, baharatlarla tatlandırılmış konsantre bir yiyecek işte.
Mutlu olmak için çok çalış diyenler biz çalıştıkça yeni ve ulaşılmaz hedefler koyuyor önümüze. Mutlu olduğumuz zamanların ne ara geçip gittiğini fehmedemiyoruz. Çabuk tüket, çabuk ol ve burayı bir başkasına bırak. Ağır ve sade, demleyerek ve hissederek yaşamak imkânı kalmıyor geride. Ağır olana “yavaşsın” sade olana “basitsin” diyorlar.
Biçilmiş ve ölçülmüş hayatlar vadediyor büyük reklam sahipleri. Metrekarelere parsellenmiş alanların küçük beyliklerini kuruveriyor elbirliğiyle haz dağıtıcıları. Sayıların ve kalabalıkların konusu olduğumuzdan beri “biricik” olmanın verdiği saadeti ve özel olmanın kıymetini yitirdik kendi çıkmaz sokaklarımızda.
Hızlı olmamızın gereğinden ve vazgeçilmezliğinden dem vuruyor iş dünyası. Dakika ile ölçülüyor yolun tükenmesi ve ne hikmetse hep geç kalıyoruz ve hep yetişemiyoruz bir yerlere. Kıtalar aşıyor uçakların gökyüzünden bahsediyoruz ve daha iner inmez cep telefonlarımızın sinyalini özlemiş oluyoruz. Paket halinde yolculuklar ve plana sığdırılmaya çalışılan randevular programlıyor kalkış saatlerimizi.
Devasa kütle halinde binalarda kalıyoruz, ev denmiyor bu yapılara bilmem kaçıncı katın kaç numaralı dairesinin oturanlarıyız. Bu kadar yakınız komşularla ve o kadar uzak düşüyoruz ki komşuluğa. Unvanlarımız, lakaplarımız, makamlarımız adımızdan önce geliyor ve bizden önce yer kapıyor şatafatlı masalarda.
Hızla giden bir aracın camından dışarıya bakmak gibi yaşamak… Ne çok şey görüyor ve ne çok şeyi takip ediyoruz da hakkıyla tanıyamadan tadamadan geçip gidiyoruz yolun kenarından. Durup düşünmeye, bakıp görmeye, bilip sevmeye vakit bulamıyoruz. Yol kenarında sıralı o karaltıların çoğuna ağaç deyip geçiyoruz. Oysa bir söğüdün altında demli çay içmeyi, bir cevizin yaprakları arasından güneşi izlemeyi, bir kavağın dalları arasından rüzgârı dinlemeyi ancak o ağaçları bilince öğrenebileceğiz.