Daha dün başlamıştım onun hikayesini yazmaya. Kalem elimde uzunca dalmış ve ona dair izler aramıştımanılarımda. Neden bazı insanların hikayeleri kaleme alınacak olur da kimisine tek kelam edilmez. Oysa her insan bir âlemdir ve her yaşam aslında gerçek bir hikayedir.
Onunla tanıştığım günü hatırlamıyorum hatta ne zamandır tanışıyoruz kestiremiyorum. Sanki aklımın erdiği ilk günden beri hayatımın bir yerlerinde hep bulunmuş gibiydi. Ne çok insan gelip geçiyor hayatımızdan ve biz ne çok insanın hayatına dokunuyoruz farkında olmadan. Hayatınız boyunca adı düşüp de aklınıza aynı yakınlık ve aynı sıcaklıkla andığınız kaç kişi olmuştur sahi?
Onun hikayesini bunca zaman sonra yazmaya iten nedir beni? Dünden kalan birçok kişi varken onu unutturmayan ve öykümün kahramanı yapacak şey nedir? Misal kapı komşumuz vardı, çocuğu İsmet “Sarı” derdik biz ona. Çıkmazdık evlerinden gün boyu, arkadaştık güya. Babası, annesi ve hatta kendisini hiç hatırlamıyor lakin asker olan abisini, duvarda asılı fotoğrafını ve bize anlattığı askerlik anılarını neden hiç unutmuyorum? Bakkalın çırağını hatırlıyorum ama bakkalın kendisi yok. İlkokul müdürü kimdi sahi, müdürün yüzünü hatırlamazken, elinde süpürgeyle bizi okul bahçesinden kovalayan hademe amca neden hiç çıkmıyor zihnimizden? Kolumun kırıldığı kavgada beni yalnız bırakıp kaçanlar neredeler şimdi, ilk gençlik heveslerim, hayallerimi yıkanlar, hatıra defterine “beni hiç unutma” yazanlar hangi hikâyenin kahramanı oldular?
Kalem elimde daha tek kelime yazmadan kâğıda, bunca düşünce nasıl da ardı ardına yapıştı yakama? Dönüp onun hikayesine baktım, onu yazacaktım. Oysa hiç kimsenin hikayesi bir başkasının anlatacağı kadar basit ve sıradan değildir. Senin hikayeni yazdığını söyleyen biri bil ki aslında kendi hikayesini de yazmıyor değildir.
Ona dair hatırlayabildiğim ilk ve en eski şey babamın yârenlerinden biri olduğuydu. Daha bir hafta geçmeden akşam oturmasına gider, onların bize geleceği güne karar verilirdi. “Bir maniniz yoksa” inceliğinin yaşandığı yıllardı. Ele gün ayıp olurdu bazı şeyler, konu komşu gözetilir, düğün dernek onlarla derilirdi. Büyüğün yanında ayak uzatılmaz, küçüğün başı okşanıp harçlık verilirdi. Tam da o yılların adamıydı o; yeri geldiğinde kibar bir beyefendi, yeri geldiğinde bileği bükülmez bir delikanlı. Hem hoş sohbet hem nüktedan, günü gelir garibanın babası günü gelir bizim takımın kaptanı.
Sokağın sonunda aktariyesi vardı ne çok bilirdi ne yenir ne içilirdi. Her şeyi böyle hoş güzeldi de yüzünden eksik olmazdı tebessümle birlikte ince bir hüznün yarası. Üst üste iki evladını iki ayrı kazada, iki yıl arayla kaybetmiş. Annem “bundan sebep sana böyle düşkünler hay oğlum” derdi ara ara. Evlatlarını toprağa verince böyle, hanımı dertten hasta olmuş, yatmış uzun süre hastane odalarında. Doktordu, hastaneydi gel git derken ihmal etmiş, kapatmak zorunda kalmışdükkânı. Lakin adamlığından bir dirhem kaybetmemiş, düşürmemiş dilinden şükrünü ve yüzündeki tebessüm hiç gitmemiş. Diyorum şimdi; acaba bu tebessüm müydü beni onun hikayesine bağlayan?
Vaktiyle ben daha küçükken, çocukluk ya fazlaca uzaklaşmışım evden, bir müddet eve dönmeyince de sanmışlar ben kayboldum. Sağa bakmışlar yok, sola sormuşlar görmedik. Hava da kararmaya başlayınca bizimkileri almış bir telaş. Şehrin ortasında bir kanal var, kalabalık toplaşmış, garip bir uğultu ürperti herkeste. Ben de karıştım kalabalığın içine, bakıyorum suya. Meğer bir söylenti çıkmış; kanala bir çocuk düştü diye, sanmışlar ben… O ara bizim amca görüvermiş beni o kalabalıkta, bir sarıldı, bir öptü bir de sevindi çocuk gibi. Velhasıl almış gelmiş eve kucağında. Annemin sevinci gözyaşları, babamın mutluğu… Ne zaman bu anıyı anlatsa gözü yaşarır, sonunda bir mutlu tebessüm yayılırdı yüzüne. Hem öyle güzel anlatırdı ki tüm olan biteni, artık mutlu sonla biten bir film gibi gelirdi bize.
Zaman geçti, büyüdük, yüksek okul, iş güç derken çıktık memleketten, annemler de duramadı onlar da geldi peşimizden böylece göç ettik o şehirden. Bizi uğurlarken en çok o içlendi, üzüldü, ağladı arkamızdan. Babamla hiç koparmadılar irtibatı, bizi de hiç eksik etmedi selamından.
Babamın vefatından sonra ne zaman gitsem memlekete baba dostu deyip uğramıştım yanına. Gidemediğimiz de bayram seyran bir vesile arayıp hâl hatır sormuş, eski günleri yad etmiştik kısaca. Her vardığımızda yanına aynı sıcaklık ve muhabbetle karşıladı. Hiç değişmeyen bu sıcaklık mı, o çocukluk anısı mı bilmiyorum lakin ne ben onu unutabildim ne o beni arayıp sormaktan vazgeçti.
Dedim ya daha dün başlamıştım onun hikayesini yazmaya. Acaba dedim arasam, onun tatlı diliyle şu meşhur hatırayı tekrar bir anlattırsam… Düşündüm hiç aramamışım, epey geçmiş aradan, hayıflandım. Telefon açtım evine, baktım eşi, titrek ve üzgün sesi “Ah! Dedi, Paşam yetişemedin, kaybettik kendisini.”