Tarihte Türklerin Avrupa ile olan ilişkileri oldukça eskilere dayanmakla birlikte aynı zamanda köklü bir geçmişe de sahiptir. Sadece Cumhuriyet dönemi de değil, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da Avrupa ülkeleri ile çok çeşitli ittifaklar kurulmuştur.
Bu minvalde 1808'de Sened-i İttifak Anlaşması, 1839'da Tanzimat Fermanı, 1856'da Islahat Fermanı, Lale devri sonrası kurumsallık açısından Avrupa ile yakınlaşmanın ilk ciddi adımları olmuştur…
Nitekim Almanya'dan Ticaret Kanunu, İtalya'dan Ceza Kanunu, İsviçre'den Medeni Kanun alınarak, Fransa'da ortaya çıkan laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti’nin ana prensipleri arasına konulmuştur.
Yine 1948'de OECD, 1949'da Avrupa Konseyi, 1952'de NATO üyeliği gibi önemli kurumlara dahil olunmuştur.
Tarihi seyir içerisinde 1959'da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olabilmek için resmi başvuruda bulunulmuş, 1963'de Türkiye’nin tam üyeliğini öngören Ortaklık Anlaşması imzalanmış, 1987'de topluluğa tam üyelik başvurusu yapılmış, 1995'de ise Gümrük Birliği kararı imzalanmıştır.
1950'li yıllardan sonra ise İkinci Dünya Savaşı akabinde tahrip ve yıkımın yoğun olduğu Batı Avrupa ülkelerinde kalkınma için gerekli olan yeterli iş gücünün bulunmaması ve Türklerin Avrupa'nın kalkınmasına katkı sağlaması düşüncesi ile ilk Türk işçi göçü süreci başlamıştır. Daha rahat bir yaşam ve ekmek parası kazanmak için Türkler, dilini ve kendilerini nelerin beklediğini bilmedikleri Batı Avrupa ülkelerinin yollarına düşmüş, bilinmeyene yolculuk ederek binbir türlü zorluklarla karşılaşmışlardır. İlk zamanlar dönemsel işçi gözüyle bakılan Türklerin Avrupa'da geçici oldukları düşünülmüş, fakat daha sonra kalıcı oldukları anlaşılmıştır.
Tarihi bir geçmişe sahip olunan birliktelik sürecinde kültür, sanat, spor ve müzik gibi çeşitli alanlarda etkileşim oluşmuş, kimi zaman rakip kimi zaman da müttefik olunmuş, Türk insanının girişimci ruhu ve 5,5 milyon nüfusu ile Avrupa'da birlikte yaşama kültürü geliştirilmeye çalışılmıştır.
Tabi geçen zaman içerisinde Türkler, Avrupa'nın her bir köşesine silinemeyecek izler bırakmış olmalarına rağmen her nasılsa kendilerine karşı var olan önyargılar bir türlü bitmemiş, bakış açısı fazlaca değişmemiştir. Hatta bazı Avrupalılar nazarında Türkler, önceleri misafir işçi şimdilerde ise yabancı statüsünde kategorize edilmişlerdir.
Türkler hakkındaki önyargıların ve basmakalıp düşüncelerin aşırı sağcılar tarafından bir anda silinip atılamadığı, kültürler arasındaki çatışmaların siyasal, etnik ve dinsel bağlamda sürdürülmeye çalışıldığı, bu kapsamda Avrupa'daki Türk varlığının kıtada, aşırı sağcı akımların neredeyse hepsinin Türk karşıtlığında serpişerek geliştiği görülmektedir. Bu bağlamda PEGIDA hareketinin Türk derneklerine bağlı camileri hedef alması ve NSU'nun da çoğunlukla kurbanlarını Türkler arasından seçmesi kesinlikle tesadüfi değildir.
Sadece 2023 yılında bile Türk karşıtlığıyla İslamofobinin kesiştiği pek çok yaşanmış hadise bulunmaktadır. Bunlar arasında Danimarkalı aşırı sağcı politikacı Rasmus Paludan’ın Kopenhag'da bir caminin karşısında Kur'an-ı Kerim yakması, yine Hollandalı aşırı sağcı siyasi Geert Wilders’in, Türklerin Avrupa'da istenmediğini söylediği video paylaşımı nefret söylemi içeren provokatif eylemlerdir.
Bir diğer önemli hususta Avrupa'daki Türklerin dini ve sosyo-kültürel yaşantılarının aşırı sağcı akımların zihin dünyasında Türk karşıtlığı ile İslamofobi'nin özdeş olduğu algısını oluşturmasıdır. Zira ayrıştırıcı, nefret suçlarının arttığı Türk karşıtlığı ve İslamofobik eylemlerde 2000'li yıllarda artışa geçildiği gözlemlenmiştir. Bu süreç içerisinde muhtelif Avrupa ülkelerinde özü itibariyle ırkçı saikle işlenen pek çok eylemin faillerinin tespit edilememesi ve caydırıcı cezai yaptırımların uygulanamayışı Türk toplumunun kendini güvende hissetmesine engel olmakta ve huzurunu bozmaktadır. Öte yandan aşırı sağcı örgütlerin sofistike yöntemlerle ayrılıkçı ve radikal terör örgütleri gibi eylem yapma potansiyeline sahip oldukları da iyi bilinmelidir.
Şu da akıllardan hiç çıkarılmamalıdır ki, cezasız kalan her eylem yeni bir eyleme davetiye çıkarmaktadır…