Eşimle birlikte otelimizin lobisinde çaylarımızı yudumlarken ilan panosunun önünde görmüş olduğum kalabalığı Türkiye’ye dönüş tarihimiz belli oldu diye yorumlamıştım. O sırada oturduğum yerden kalkıp ilan panosuna doğru yönelmiş ve kalabalığın arasına dalarak ilan panosunun önüne ulaşmıştım. Panoya yapıştırılan listelerden birinde isimlerimizi görmüş ve Türkiye’ye dönüş tarihimizin on eylül olduğunu öğrenmiştim. Evime ve sevdiklerime kavuşacak olmanın sevinci ile Allah’ın evi Kabe-i Muazzam’a ya veda edecek olmanın hüznü bir birine karışmış içimi tuhaf bir duygu sarmalı kaplamıştı. Bu haberi eşimle paylaştıktan sonra yüreğimdeki burukluk daha da artmış, tıpkı annesinden ayrılacak küçük bir çocuğa dönmüştüm.
Bu günlerde Kabe-i Muazzama çok daha kalabalıktı. Daha önceleri ender gördüğüm İran uyruklu hacı sayısının birden bire artmış olduğunu müşahede etmiş ve bu durumun hac takvimiyle ilgili olduğunu düşünmüştüm. Bazen izdihamdan Kabe-i Muazzam’a ya kavuşamadığım zamanlar olmuş, bazen de tavaflarımı Kabe-i Muazzam’a yı kuş bakışı görecek şekilde en üst kattan yapmıştım.
Şimdi son tavafımız olan “Veda Tavafı” nı yapmak üzere Kabe-i Muazzam’a nın huzurundaydık. Eşimle birlikte tavafa başlamadan önce Kabe-i Muazzam’a yı uzun süre seyretmiş, dilimiz döndüğünce Yüce Rabbime dua ve niyazda bulunmuştuk. Daha sonra da huşu içinde tavafımızı yaparak tavaf namazımızı eda etmiştik.
Bugün Kabe-i Muazzam’a da ki son günümüzdü. Yarın “ateşten gömlek” denilen ayrılık gömleğini giyecek, istemeyerekte olsa nur beldesinden ayrılıp Allah’ın evim diye buyurduğu Kabe-i Muazzam’a ya veda edecek ve güllerin efendisi olan Nebi’mize kilometrelerce öteden selam verip “ Allah’a ısmarladık” diyecektik. Buna hangi yürek dayanırdı. Vuslattan sonra ayrılık nasıl olabilirdi. Allah’a yakın olduğum bu emin belde de yaşayıp bir melek edasıyla O’na kulluk etmek ve Peygamber Efendimizin ayak bastığı toprakları gözyaşlarımla sulayıp zamanın sonsuzluğunu terennüm etmek varken, buradan ayrılıp gitmek nasıl bir işti. Kabe-i Muazzam’a karşımda, ben zamanın bilmem kaçıncı katmanında zerrelerden zerre bir mesabedeydim. O an merhum Necip Fazıl Kısakürek üstadımın; “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz.” sözünü hatırlamış, ağlamaya başlamıştım. Ve ayrılığın kader olduğunu bir kez daha anlamıştım.Gün gelecek tıpkı şu an Kabe-i Muazzam’a dan ayrılmış olduğum gibi canım tenimden, ruhum da bedenimden ayrılacaktı. İlahi kader tecelli edip, zaman tekamül sürecine devam edecekti.
Tefekkür edip, duygularımı Kabe-i Muazzam’a nın sonsuz atmosferinin nur çemberine resmetmiştim. Yüreğimde harlanan ayrılık ateşiyle mırıldanmaya başlamıştım: Beyaz mermerlerini tek tek öpsün ayağım/Mis kokan rüzgarınla serinlesin yanağım/Ey! Kabe hasretine bilmem nasıl dayanayım/Bırak çocuklar gibi bir köşende ağlayayım/Durmadan tavaf edip sıcağında yanayım/Zemzemini içip içip doya doya kanayım/Ey! Kabe nur sinenden bilmem nasıl ayrılayım/Bırak garipler gibi bir köşene kıvrılayım.
Ve ayrılık zamanı gelmişti. On eylül iki bin on yedi günü saat on beş sularında gurubumuza tahsis edilen otobüslere binerek Cidde hava alanına gitmek üzere otelimizden ayrılmıştık. İki saate yakın bir yolculuktan sonra hava alanına ulaşmıştık. Bizi Cidde’de Mekke-i Mükerreme’den çok daha sıcak ve nemli bir hava karşılaşmıştı. (devam edecek)
Selam, sevgi ve dua ile..