Eşim ile birlikte seher vaktinde otelimizden ayrılarak, Mescid-i Nebevi’ye gitmek üzere yola koyulduk.Henüz gök yüzünün kızıl güle benzeyen avizesi aydınlanmamış ve gün ağarmamıştı.Hava sıcaklığı yirmi beş derece civarındaydı. Hafif hafif esen ve yüzümüzü adeta jilet gibi kesen seher yeli bize, havanın önümüzdeki saatlerde daha da ısınacağını haber veriyordu.Cadde’den geçip, Mescid-i Nebevi’nin giriş kapısına doğru yöneldiğimizde, inanılmaz bir kalabalık ile karşılaştık. İnsanlar her yönden Mescid-i Nebevi’ye doğru oluk oluk akıyordu. Her gün bu saatlerde Mescid-i Nebevi’ye akın etmeye başlayan müslümanlar, sabah namazı yaklaştıkça daha da artıyordu. Mescid-i Nebevi’nin devasa büyüklükteki iç ve dış mekanları şimdiden dolmaya başlamıştı. Şüphesiz ki, seher vaktinde dua edip, niyaz da bulunmak ve Mescid-i Nebevi’nin sıcaklığını hiç kaybetmeyen mermerlerinin üzerinde sabah namazını eda edebilmek eşine az rastlanır mutluluklardan biriydi.
Biraz sonra gök kubbe’nin kızıllığı yerini beyaz bulutlara bırakmış, gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.Seher ile özdeşleşen o meşhur yel kaybolmaya yüz tutmuştu.Şimdi hava sıcaklığındaki artış daha da hissedilir olmuştu.Bu günün Cuma olması nedeniyle Mescid-i Nebevi diğer günlere nazaran çok daha kalabalıktı. Yoğunluktan dolayı iç mekanlar yetersiz kalacağından, dış mekanlarda oluşturulacak namaz kılma alanları için hummalı bir çalışma başlamıştı. Bu mekanları oluşturmak adına, bir taraftan zeminine halı serilecek alan ve alanlar gül suyu ile yıkanıyor; diğer taraftan da yıkanan bu alanlar paspaslanarak üzerine halıları seriliyordu. Zaman ilerlemiş güneş yüzünü iyiden iyi ye göstermeye başlamıştı.İlk defa duyduğum yarı iniltili bir motor sesi dikkatimi çekmişti.Kulak kabartıp etrafıma göz gezdirdiğimde; bu sesin insanları güneşten korumaya yarayan otamatik dev şemsiyelerden geldiğini anlamıştım. Güneş şemsiyeleri bir bir açılmış, neredeyse gök yüzü görünmez hale gelmişti. Ayrıca her şemsiyenin direğine monte edilmiş çok sayıdaki vantilatör’den etrafa gül kokuları saçılmaya başlamıştı. Mescid-i Nebevi’deki binlerce müslümandan bir çoğu, namazını dış mekanlarda kılmak durumunda idi.Cuma vaktine iki saat kala her yer tıklım tıklım dolmuştu. Mescid-i Nebevi’ye yeni gelenler ise, namazlarını kılmak için yer bulma telaşına kapılarak sağa sola koşuşturmaya başlamışlardı.
Artık ezan vakti yaklaşmıştı. Namaz öncesi kalan zamanımı Kuran-ı Kerim okuyarak değerlendirmeyi düşünmüş ancak yoğunluk nedeniyle Kuran’ı Kerimi okuyamayacağımı anladığımdan bu düşüncemden vaz geçmiştim. O esnada, yanımda yaka kartlarından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hac organizasyonuna tabi olduğunu öğrendiğim dört veya beş kişinin oturduğunu gördüm. Bu hacı adayı kardeşlerim ile tanışarak kısa bir süreliğine de olsa sohbette bulundum. Etrafıma göz gezdirdiğimde ise, önümdeki safı dolduranların bir kısmının Pakistanlı ve Malezyalı olduğunu, ardımdaki safta da çok sayıda Afganistan’lı hacı adayının bulunduğunu farketmiştim.
Namaz vakti gelmişti. Hepimiz en sevgilinin meftun olduğu bu muhteşem mekanda, Yüce Rabbimizin emrine uyarak kıyama kalkmıştık. Rabbimiz Kuran-ı Kerim de: “Şüphesiz Allah, kendi yolunda sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saff:4) buyurmuştu. Emrolunduğu gibi şu an bütün müslümanlar bir bina gibi bir birimize kenetlenip saf tutarak namazımızı kılmaya başlamıştık. Namaz O’na teslimiyeti gerçekleştirebilmemiz için, yaptığımız amansız mücadele de, sanki bizi koruyup kollayan bir kalkan gibiydi. (devam edecek)
Selam, sevgi ve dua ile..