O’nun “Düğün Gecesi”nden 737 yıl geçmiş. Sözleri; canlılığını, ilk söylenişteki tesirini, muhabbetini yitirmiş değil henüz. Rabbini anarken içindeki burhan halini, yüreğinde hisseden semazenleri zikir halindeyken zahir alemi ellerinin tersiyle itiyorlar halen. İnsanları sevmedeki maharetini, sevilmedeki hikmetini anlamaya çalışanlar daha var. Rabbine kavuştuğu günün üzerinden asırlar, mevsimler, yıllar geçmiş de, “Gel!” çağrısına uyanların adedi asırların günleriyle çarpılsa karşılık bulmaz belki.
Onu “aşk” ile tanıtmaktan ve tanımaktan başka ne gelir elden. Onun Şems’e olan aşkını edepsizce ve mesnetsizce bir adi sıradanlığa benzetenler ya aşkı tanımamıştır, ya aşktan bihaberdir. Aşk onun mezhebidir dense yeri değil midir? Mevlevilik İslam tasavvufunda mezhepler tarihinin bir konusu olabilir belki. Lakin, “aşk” mezhebi bir bilim dalının konusu olmaktan çok ötededir. Onun aşkını tarif etmek bize düşmez belki ama o aynı zamanda bana da aşıktır. Yoksa, ne diye çağırsın böyle içten ve aşkla değil mi? Aşk onun için yılmaz, yanar-yakılır, erir, utanma-sıkılma nedir, bilmez, tıpkı değirmen taşı altında kalmış ve ezilmeyi göze almış buğday tanesi gibi. Şimdi ben iki kelime etmeyi onun aşkı ile göze almışsam, kim ne der değil mi?
Onun aşkı akıl ile çelişmez. Akıl belki hesaplı kitaplıdır ama aşk hesapsız tutulmaktır ve lakin aşk bu haliyle de akılsızlık da değildir. “Aşk Olsun” derken O; bir fayda bir çıkar beklemez süfli dünyaya dair, ne aldıysa Rabbine vermektir aşk. Olacaksa önce vermekle başlar aşk ve ne verebileceğini bilmekle. Onun mezhebinde kurban edilmeye layık ne varsa hepsi Rabbine kurban edilecek demektir. Buna aşk da dahildir.
Mevleviler cezbe ve coşku halinde bir derviş görünce “Allah derdini artırsın” derler, aşk gibi dert olsun da artsın elbet.