Elimde anamın “öteberi” koyduğu Pazar çantası, ayağımda altı delik siyah potin ayakkabılarım ve önümde yürünmesi gereken uzunca bir yol. Bu rutin her sabah, ezanlar “Allah-ü Ekber” derken başlar, bakkal dükkânın bulunduğu yere varıncaya kadar devam ederdi. Dükkâna varır varmaz kepenkleri indirir, tezgâhın önündeki sandalyeye kasıla kasıla otururdum. O saatlerde adeta, “in cin top oynardı.” Fazla zaman geçmeden sabaha özgü olan sessiz ve sakin ortam, yerini yavaş yavaş hareketli bir ortama bırakmaya başlardı. İlk önce başlarının üzerindeki tepsilerle ortalıkta gezinen ve avazı çıktığı kadar, “simitçi” diye bağıran simitçiler, daha sonra tıpkı sıraya girmiş gibi diğer satıcılar ortalıkta arzı endam ederdi. Vakit ilerledikçe işine gitmeye çalışan işçiler ve memurlar; okula gitmek için yola koyulan öğrenciler, bir yerlere yetişme çabasında olan İnsan yığınları etrafı doldururdu.
Ne ortalıktaki kalabalık, ne dükkâna gelecek müşteri. Hiçbir şey umurumda değildi. Beklediğim ve onu görmek için sabırsızlandığım biri vardı. O, Güneş parıltılarının dükkânın camına yansıdığı saatlerde karşıma dikilir, kalbimi yerinden oynatan bakışıyla; “İki ekmek verir misin?” Derdi. O an elim ayağıma dolaşır, ne yapacağımı bilemez bir halde ekmekleri kucağına bırakırdım. Müstehzi bir gülüşle, “iki tane istemiştim” diyerek diğer ekmekleri elime uzatır, bir ceylan edasıyla hafifçe kırıtarak dükkândan ayrılırdı. Geçenlerde toz şeker almak için gelmişti. Onu karşımda görünce her zamanki gibi yine elim ayağım titremiş, heyecandan ne yapacağımı şaşırmıştım. O an şekeri poşete doldurmayı becerememiş, bir kısmını yere dökmüştüm. Adını sanını bilmediğim içimde bahar yeli estiren, beni halden hale koyup aklımı başımdan alan bu kız kimdi? Mutlaka öğrenmeliydim. O gün babam dükkâna gelince işim olduğunu söyleyip dükkândan ayrıldım. Amacım o kız hakkında bilgi toplamaktı. Hemen bir sokak ötede oturan arkadaşım Celal’e uğrayıp onunla dertleştim. Onun, “Sen merak etme! Kısa zamanda öğrenir sana bildiririm.” Demesi beni rahatlatmıştı.
Aradan belli bir zaman geçmişti. Bir gün Celal, “Müjdemi isterim.” Diyerek içeri girdi. Boynuna sarılarak anlat! kimmiş, adını neymiş? Dedim. Ve onu soru yağmuruna tuttum. O, dükkânda bulunan müşterileri işaret ederek, “dur ya! Bir dakika! Diye gürledi. Yanıma oturdu, kulağıma adı Nihal diye fısıldadı. Ardından anlatmaya başladı: “Ben de bilmiyordum, meğer kız lise de bizim alt sınıfımızdaymış. Kendisiyle konuşup sizin aranızı yapacağım.” Söz veriyorum” dedi.
Bir daha alış verişe gelmeyen Nihal’i çok merak etmiştim. Arkadaşım Celal’e tekrar uğrayıp durumu anlattım. Celal; “Onlar burudan taşındı, haberin yok mu? Dedi. O an elim ayağımın buz kesti, kalbim yangın yerine döndü. İçimden nasılsa okuduğu okulu biliyorum diye geçirdim. Bir gün okuduğu okula gittim. Okulun avlusundaki ağacın altında Nihal’le Celali konuşurken gördüm. Daha sonra öğrendim ki, Celal Nihal’e benim hakkımda, “Ondan uzak dur! O ruh hastasıdır.” Demiş.
En güvendiğim ve arkadaşım dediğim insan beni arkamdan hançerlemişti. Demek aşk değil, insan nankörmüş dedim içimden. Gözyaşlarım yanağımı ıslatırken, yüreğimde çoktan hazan mevsimi başlamıştı.
Esenlik dileklerimle.