ANLAYAN BERİ GELSİN

Hakan Bahçeci

“İnsanlarla anlaşmak zor!” dediğimiz zamanlar artıyor mu yoksa? Çocuğunuz, sizin, kendisini anlamadığınızı, eşiniz sizden yeterli anlayış görmediğini, patronunuz “anlaşılmadığından” dertli olduğunu söyleyip duruyor değil mi? Devletler halkıyla, vatandaş devletiyle bir türlü analaşamıyor ne hikmetse.

Anlaşmak, öyle dolu bir kavram ki, doluluğunu gözden kaçırdığınız an büyük bir boşluk kalıyor karşınızda. Anlaşmak için atılan adımlar anlaşılmadan etkisini yitiriyor zaten.

Kavram, iki harfle başlıyor; an. Dilimizde “an” en küçük zaman birimi olarak kullanılır. Vaktin, dilimlere bölünmesiyle oluşan ölçme aracının dışında bir vakti belirtir. Bu haliyle “anı paylaşmak” diyebileceğimiz bir hal karşımıza çıkar. Aynı anı paylaşmak dolayısı ile aynı andan haberdar olmak, aynı anda aynı hisleri tadabilmek, anlaşmanın ilk adımı olsa gerek.

Sözlüklerde, aynı duyguda, aynı düşüncede aynı amacı güderek birleşmek gibi tanımlarla karşılaşmak mümkün, lakin bu durum bana “aynılaşmak” gibi kalıplara sokan bir durumu da hatırlatmıyor değil. Sanırım anlaşmakta, aynı olmaktan daha başka bir derinlik olmalı. Aynı konuda aynı düşünmek anlaşmayı tam olarak sağlar mı şüpheliyim aslında. Amaç birlikteliği, yani amacın aynı olması da, anlaşmayı sınırlı ve süreli hale getirecektir. Amaca ulaşılınca, anlaşmanın gereği de ortadan kalkabilir bu durumda.

Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları konuşanlar anlaşabilir mealindeki Mevlâna cümlesi, konuya bir başka boyut katıyor. Anlaşmak için aynı dili konuşmak yeterli olmuyor elbette, bu durumda duygular öne çıkıyor. Duygular konuşabilir mi acaba? Kanaatimce, Mevlâna, duyguların bir olmasına vurgu yapıyor, değilse konuşmak anlaşmak için arızî bir durum gibi geliyor bana. Bununla birlikte eğer bir anlaşma olacaksa, duygularda başlayacağı da kesin gibi görünüyor.

Anlaşmak için, tek başına konuşmak yetmiyor, diğer bir deyişle konuşmak anlaşmak için yeterli olmuyor. İnsanların kafasında kelimelerle ilgili o kadar çok, resim ve imge var ki, aynı imgeleri aynı anda düşünebilmek muhal. Size, “kalem” dersem, her bir okuyucunun kafasında birbirinden farklı birçok kalem resmi ve hayali belirecek. Hepsinin kalem olduğu kesin ama bu tek başına anlaşmak için yeterli olmayacak. Bu basit ve nesnel bir kavramdır, misal “millet” dediğim zaman, öyle farklı algılar ve imgeler olacak ki, daha ilk cümlemizde anlaşamamış olacağız. Sanırım bugün devletlerin anlaşamaması bu yüzden olsa gerek.

Dünyanın geldiği son noktada, hemen tüm devletler, menfaat üzerine anlaşıyorlar. Menfaat biter bitmez, ideoloji ve yandaşlık yön veriyor düşüncelere. Feci bir senaryo olsa da bugün devletlerin anlaştığı ilk kavram “savaş” olsa gerek. Son yüzyıl, bize “şiddet” çağrışımlı bir dil kullanmayı öğretti maalesef.

Anlaşmak için, konuşmak da yetmiyor, duygu paylaşımı da, günün materyalist söylemleri arasında eriyip gidiyorsa bir başka yol olmalı mutlaka. Konuşmak, yeterli değil derken susalım demek istemiyoruz lakin unutulmamalı ki, kimi zaman “karşılıklı susmak” bile anlaşabilmektir belki. Konuşmasa bile yanınızda olsun istediğiniz pek çok kişi var eminim.

Duygu paylaşımı demişken, acaba âşıkların durumu nedir? Konu aşk olunca, iş başkalaşıyor, âşığın halini akıl ve sözle açıklamak mümkün olmayacağına göre, nasıl anlaştıklarını çözmeye uğraşmak da yersiz olur zannımca. Bu durumda anlaşmak için âşık olmak yeterlidir diyecekler çıkar sanırım. Ancak, aşk hangi çağlayanda saklı kim bilir?

Anlaşmak için konuşmak yetmiyor, susmak da gerekir, sumakla da anlaşılır. Lakin susarken bile anlaştığın kaç kişi bulacaksın, duyguların dili fazlaca özgür, aşk desen yitik bir muamma. 

Ha birde bilim vardı değil mi? Bilimsel gerçekler üzerinden anlaşabiliriz. Güneşin dünyaya olan uzaklığı, sesin hızı, dünyanın uzaydaki yeri, çemberin yarıçapı… Mümkündür. Bilimsel gerçeklerin kendilerinin dışında olanla anlaşmadığını göz ardı edersek, sorun yok gibidir. Oysa benim bahsettiğim mesele, karşılıklı olan bir durumdur. Dışımdakilerle anlaşabilmek peşindeyim ben. İnsanın, düştüğü bu yolda yan yana yürürken aynı anı hissedebileceği ikinci bir kişinin varlığından bahis açıyorum. Bununla kalmıyor, “sen, ben ve o” diyerek anlaşmayı üçüncü boyuta taşımak istiyorum.

Anlaşmanın, mutlak bir boyutu olmaması gerektiği kanaatindeyim lakin bunun böyle olması anlaşmaya olan gayretimi asla köreltmemeli. Ufak bir ipucu var aklımda, dinin ilk emri “oku” idi. Sanırım okuyanlar anlaşmaya muhatap olanlardır.

Tün bunlardan sonra, “bırak kardeşim, ne anlaşması, seni bir türlü anlamıyorum” diyenler olmalı, bunu bekliyorum. “Bu adamla anlaşılır, evet!” diyenler olacağını beklediğim gibi.