Anlamak Ve Yaşamaya Devam Etmek?

Hakan Bahçeci

Uzağımızda olsun istediğimiz lakin en yakınımızda olandır ölüm. Bizden sevdiklerimizden uzak olsun istediğimiz ve bir türlü beceremediğimiz hakikat; ölüm, zıddı yaşamak, ölürcesine yaşamak…

Ölüm, yaşamın anlam ve derinliği, hayata manasını veren o soyut gerçeklik ve aslında somutluğuyla her an zihnimizde canlanan aktarma anı…

Evet, aktarmalı yaşıyoruz, çıktığımız dünya hayatında bineğimiz olan fanilik ecelin gelmesiyle bizi bir başka binite bindiriveriyor, biletimiz çoktan kesilmiş, gidiş dönüş hiç değil. Tek bir defa yer ayırtıldı bize ölüm bineğinden, bineceğiz ve bitecek bu hayat.

“Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile/Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.” Derken Yahya Kemal, ölümün yaşamaya kattığı o derinliğin aslında ölümle anlam bulduğunu söylemek istedi belki de. Evet, yaşamak; ölüme rağmen ve ne zaman geleceğini bilmeden…

Yaşamak, nefes alıp vermenin, üç öğün yemek yemenin, koşup yürümenin, ekmek peşinde gitmenin adı değil tek başına. Yaşamak, bir arayışın, çırpınışın ve savaşın diğer adıdır. Bize üflenen ruhun sonsuz yolculuğuna giderken, yanına alacağı bohçada ne olacağını bilmesi için gereklidir yaşamak. Ve ruhumuz ancak bu dünyada buluşacaktır bedenimizle.

Yaşama anlam veren “ölüm” hayatın ve hayatın sahibinin varlığının da delilidir. Ölüm, ölmeyecekse hayatı var eden ölümlüler değildir. Biz hayatı var etmemişsek aslında yaşam bir tesadüf değildir. Yaşamaya başlamak bir takdir ve plan sonucudur.

Oysa bizler takdir edilmiş bir hayatı yaşayan binlerce ihtimalden biri olarak dünyaya geldik. Ana rahmine düşmemiz matematiksel olarak neredeyse imkânsız bir olasılıkla mümkün oldu. Bu acizliğimiz anne babamızı seçme imkânımızın olmamasıyla devam etti.

Tercihimiz, yaşamayı tercih etmek için kadar bile zayıf ve etkisiz. Bu durumda yaşamaya olan mecburiyetimiz ölüm bize gelinceye kadar devam edecektir. Yaşamayı tercih eden değil yaşamaya mecbur bırakılanız. Bu mecburiyet aslında bizim hayata tutunuşumuzun imkân ve fırsatını sağlamaktadır.

Ölüm gelinceye kadar yaşamak durumunda olan insan aslında bu en yakın gerçeği unutmuş gibi yapar. Her an ölümün kapısında olduğunu aklına getirmez. Çünkü ölüm “yaşamak” evden çıkar çıkmaz kapıyı çalmadan girecektir.

Öyle ölümler var ki duyunca bizi hırpalayan; ölüm kapıyı çalmıyor evet, mecburi tesadüfümüz olan yaşamak bitince giriveriyor içeri. Ve sonra biz haberini yapıyoruz en şaşalı cümlelerimizle.

On metrekare bile olmayan bir araçta dört kişi saniyelerle ölçülen bir kaza anında mecburi tesadüflerine son verilince bir tuhaf oluyoruz. Ortalıktan kaybolan gençlerin, çocukların yaşayıp yaşamadıklarına bile vakıf değiliz. Misal bahçede çay içerken iki adam, yıllarca orada öylece duran bir ağaç devriliyor üzerlerine ve ölüm geliyor ikisine de. Neden o ağaç ve neden o an? Henüz beş dakika önce aynı masada aynı ağacın altında başka iki kişi çay içmişlerdi. Belki o başka iki kişide kendileri için yapılan köprüden geçiyorlar, kurala uyuyorlar. Muhkem gibi görünen köprü bir anda yıkılıyor, yıkıyor bir başka insan hem de akıllara zarar bir biçimde. O köprünün altında binlerce kişiyle birlikte belki binlerce kez geçtiği köprü tam da o an yıkılıyor başka bir aracın üzerine.

Ölmek için yaşıyoruz. Sıranın bize geleceğini bildiğimiz ve kuyruğa girmemek için boşa heves ettiğimiz bir bekleme salonundayız. Bu salonda olup bitecek bu dünyaya ait her şey.

Tesadüfen yaşıyor değiliz. Takdir edilen zamanı kullanıyoruz. Oysa tedbir de bize ait. Trafik ışıllarının yanışı, açık kalan kamyon kasası, devrilen ağaç, çıkan fırtına o an orada olması gerekenleri orada biriktirdi. Bundan daha büyük bir tesadüf olur mu peki? Soru net, cevap net… Anlamak ve yaşamaya devam etmek yine bize düşüyor vesselam.