Kur'an-ı Kerim’de geçen birçok âyette Yüce Allah, mümin kullarına yardım edeceğinden bahsediyor ve bu yardımların nasıl gerçekleştirileceğini anlamamız konusunda ipuçları veriyor. (Bkz. Nisa 4/141; Enfâl 8/17, 19, 26; Mümin 40/51; Rum 30/47).
Allah'ın yardımı sadece müminlere özgü ilâhî bir yasa olarak görülebilir mi?
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın en güzel isimlerinden birisi er-Rahmân’dır. Çünkü O, bu ismin bir gereği olarak dünyada çalışan herkese, hiçbir ayrım yapmadan karşılığını tam olarak veriyor: “İnsan için ancak çalıştığı vardır”(53/Necm 39) âyetinde, insan lafzını her türlü sıfattan soyutlayarak yalın bir şekilde kullanması buna delildir.
Yüce Allah’ın bu dünyada mü’min ve kâfir ayırımı yapmadan her hastaya merhametle şifâ vermesi; bütün kullarına musibetler karşısında merhametle davranması, tüm kullarına fiilerini özgür iradeleriyle yapma gücü ve kudreti vermesi; damaklara lezzet, burunlara koku algılama gücü, kulaklara sesleri duyma imkânı, gözlere görme idraki vermesi, hep Rahmân sıfatının varlığa tecellisinden başka bir şey değildir.
Acaba çalışmak, gayret etmekle ilahi yasa arasında nasıl bir ilişki vardır?
İslam’da doğru bir tevekkül, meşru bir çerçevede esbâbın her türlüsüne tevessül ettikten sonra sonucu Yüce Allah’a bırakma inancına dayanır. Esbâba tevessül etmeden ve çalışmadan kuru bir tevekkül inancı, İslâm’da muteber değildir. Nitekim iman ve ahlak şairimiz M. Akif, elden gelen bütün imkânlar kullanılmadan yapılan bir tevekkülün dinde maskaralık olduğuna işaret ederek şunları söyler:
Çalış dedikçe Şeriat çalışmadın durdun,
Onun hesabına birçok hurafeler uydurdun,
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.
Müslümanların tarihinde yapılan Uhut savaşı bizim için iyi bir laboratuvar örneği oluşturur. Savaşın birinci bölümü zaferle bitmişken, ikinci bölümü tedbire riayetsizlik, söz dinlememek, sabretmemek ve verilen emre ters hareket etmek suretiyle acılar yaşanmasına sebep olmuştur.
Bu olay, tedbirsiz bir tevekkül anlayışının olamayacağını bize anlatması açısından önemlidir. Çünkü Yüce Allah'ın mü’minlere yardımının sünnetullah denilen yasalarla da yakın bir ilişkisi vardır. Müslümanlar Bedir savaşında tarihi yasalar uyarınca, zaferin tüm şartlarını gerçekleştirdikleri için muzaffer olmuşlardır. Kur'an-ı Kerim’de Bedir ve Uhud savaşları hakkında tarihi yasalar açısından bir değerlendirmenin yapıldığını görüyoruz: “Eğer size (Uhud’da) bir yara dokundu ise, o topluluğa da (Bedir’de) benzeri bir yara dokunmuştur. O günler... (evet) Biz onları insanlar arasında evirip çeviriyoruz.”(Âl-i İmrân 3/140).
Biz bu âyetten şöyle bir sonuç çıkarabiliriz:
Zafer, müminler için tek başına ilâhî bir hak değildir. Yüce Allah’ın koymuş olduğu yasalar uyarınca, kim, evrensel açıdan zaferin şartlarını eksiksiz yerine getirirse, o kimseler başarıya erişir ve yardım görür. Bir başka açıdan, şayet müminler tarihi süreç içerisinde rollerini iyi oynayamaz, semavî risâletin kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine getiremez ya da bunun bilincinde olmazlarsa, Allah onları yardımsız bırakır ve tarihe ve insanlığa tanıklık edecek başka bir ümmet getirir. (Maide 5/54; et-Tevbe 9/40).
Rabbimiz tüm ümmet-i Muhammed’e yeni fetih ve zaferler ihsan etsin!.