Dağlım…
Birbirimizi; cezayla, surat asmayla, laf sokmalarla terbiye etmeye çalışıyor, terbiye etmek bir yana, kin, öfke, kıskançlık ve sevimsiz yenilgiler biriktiriyoruz. Ya da şöyle: Zehirli bir bitkiyi sulamaya devam ediyoruz.
Daha da vahim olanı; öfkemiz, kinimiz, tutkumuz, kıskançlığımız büyüdükçe ahmaklığımız da artıyor.
Kendimizi ilgilendirmeyen vitrinlerin önünden ve bizimle ilgilenmeyen insanların içinde geçiyor ömrümüz. Yapay, temelsiz, suni bir hayat yaşıyor ve sonra oturup şikâyet ediyoruz. Yalnızlık, sevilmeme, beğenilmeme “vitrinsizlik” korkumuzla yüzleşmediğimizden, kimse bizi “anlamamış” oluyor. Sonra; herkesten önce biz, kendi kendimizi terk ediyor, ışıltılı ancak, nehri, suyu, dağı, yeşili, ovası olmayan dünyaya uzak, insan yaşamayan gezegenlere dönüşüyoruz.
Hani anlatılır: Adamın biri saç tıraşı olmak üzere berbere gitmiş ve sırasını beklemeye başlamış. Nihayet sırası gelip tıraş sandalyesine oturduğunda, berbere, saçım siyah mı, gür mü, beyaz var mı diye üst üste sorunca, önlük takmakla meşgul olan berber müşterisine, acele etme şimdi önüne düşerse görürsün" demiş. Şimdilerde “saç ektirdiğimiz ve saçımızı boyadığımız için” önümüze düşenden anlam çıkarmamız zorlaştı. Koşar adım yaşadığımızdan durup kendimize soru sormaya zamanımız yok. Şimdi başkalarını suçlamaktan, “kantara” çıkacak halimiz yok. Şimdi düğün havası çalıyor, oynayacak yerimiz yok. Şimdi yüzlerce fotoğrafımız var ancak güneşli çayırlarımız yok. Şimdi her türlü ulaşma imkânımız var, bahanemiz çok, samimiyetimiz yok. Şimdi gereksiz ve afili yorgunluklarımızdan yürümeye, koşmaya mecalimiz yok. Şimdi suyumuz var, yağmurumuz yok. Şimdi sırıtan gülüşlerimiz var ancak keyfimiz yok. Şimdi gönlümüz, şimdi sevgimiz, şimdi aşkımız yok. Yok, Dağlım yok kendi saçlarımız ile berbere gitmekten başka bir çaremiz yok!
Bazı sohbetlerde şunu hissediyorum. Önce gerçek fakat hemen ardından yalan dile geliyor. Sebebi şu: Gerçek sevimsiz, gerçek can sıkıcı, gerçek hoşumuza gitmiyor ve gerçek para etmiyor!
Bazı geceler, derin bir karanlık içindeki, nemli bir mağaraya benziyor. İşte tam da bu saatlerde, henüz uyumamışların, henüz son çayını, son sigarasını içmemişlerin, henüz son gecesini yaşadığını bilmeyenlerin, henüz özlemle kurulan bir düşün ardından ağlamamışların, henüz balkona çıkıp yıldızlara bakmamışların, henüz hangi kitabı okuyacağına karar vermemişlerin, henüz evine varmamışların, henüz son türküsünü dinlememişlerin, henüz görmek istediği rüyaya karar vermemişlerin, henüz “söylenmemiş cümleleri” kurmamışların… İşte bu karanlık mağarada toplandığını düşünüyorum.
Çalınacak çok şeyimiz olduğundan çok korkuyoruz. Kalbimizin çalınması mı, bir tek razılığımız bunadır da kalbimizi çalan da yok! Vaktimizi, düşlerimizi, tutkularımızı, yalanlarımızı, rollerimizi çalıyorlar, çalıyoruz. İzzetten uzak, “kölece” teslim olmayı kalbinin çalınması ile aynı şey sayanlara ise sözüm yok, onlar gidip evcilik oynasınlar!
Soyunu sopunu, nerde doğduğunu, ne bildiğini, bilmediğini, hangi dilleri konuştuğunu, hangi Tanrıya inandığını, hangi okulu okuduğunu, hangi mesleği yaptığını, hangi gelenek ve göreneklerle yetiştiğini, hangi köprülerden geçtiğini, hangi çukurlara düştüğünü, hangi takımı tuttuğunu, hangi rengi, hangi yemeği sevdiğini bilmeyiz. Sevmeye başladığımızı biliriz. Ben seni işte böyle sevdim Dağlım.
Ruhumun uzak ve özlem dolu bir yerlerde kalmış olmasından sebep bedenim yorgun, bedenim bir başka bedeni de taşıyormuşçasına bitkin. Yalnızım. Yalnızlığımı hissedecek kadar yalnızım. Aklımdasın ancak yine de yalnızım. İnsanın boşluğunu yine insan dolduruyor. Sana ihtiyacım var.
Nereye gidersem gideyim oturamıyor, vakit geçiremiyordum. Koşmak, sıçramak, neşeli türküler söylemek istiyordum. İçimde davul zurna çalıyor, ruhum halay oynuyordu. Dikenler, otlar, karahindiba… Her şey gelinciğe, papatyaya, yaşamak çiçeğe dönüşüyordu. Gömülü hazinelerim yoktu, sen vardın.
Oturmuştuk. Acemisi olduğumuz, kaybolduğumuz bir ormanda, iki avcı, iki yetim, iki yalnızdık. İçtenliğimizin derinliklerinde, baharı, uyanışı ve arzuyu hissettiren, eriyen karların taze suları çağıldıyordu. Küllerin altına gömdüğümüz yoksunluğumuzu, yetimliğimizi, korkumuzu, çok konuşarak değil, çok severek, çok susarak, çoğalarak aşmıştık.
Kitaplardan, günlük olaylardan, türkülerden, ilgilerimizden, coşkumuzdan, dile gelmeyen ve dile getirmeye çalıştıkça büyüyen bir gülümsemeye, memnuniyete ve şımarmaya dönüşen halimizden söz ederek bir yanımızla yeniden soyunuyor, soyundukça ısınıyor, sağdan bir fıkra, soldan bir hikâye, dalgayla dolan bir limandaki kayıklar gibi, keyifle salınıp duruyorduk.
Güneş, ay ışığı, bahar, binlerce çiçek, bütün renkler ve havayı dolduran kendi kokunla benden yana dönmüş, gözlerime bakmış ve yüzümü okşamıştın. Yüzlerce beyaz at, sonsuz bir çayırda, ufka doğru koşuyordu. Bundan sonra gözüm kapalı yürüyebilirmişim gibi hissediyordum. Kollarını aşağıya indirmiş bir boksör gibiydim, mutluluktan oluşan yumruklar yiyordum ve dilim tutulmuştu.
“Aşkın bağış değil, bir dilek olduğunu anlamıştım. Ancak yürekli kişiler kısa sürenin ötesinde aşka dayanabilirler.” cümlesini hatırlıyorum. Dileğim kabul olmuştu. Az önce, yaşadığım sarhoşluğa rağmen, merhamete olan açlığımın sindiği tertemiz bir ilgiyle seslendim: Seni seviyorum! “Allah’ım diyordum, bırak da bu kızı doyasıya, tükenesiye seveyim, iyilik içinde yaşayayım.”
Şimdi yanyana, şimdi bir poğaçayı bölüşüyor ve çay içiyor olsaydık sana şunu derdim: Kelebeklerin kondukları eşya üzerine kanatlarından birer parça bırakmaları gibi yaşamalısın hayatını.
Eflatun gölgelerin içinde sırlandığımız günleri çok özlüyorum Dağlım.