Müslümanlar olarak sağlıklı düşünme ve düşüncelerimizi sağlıklı bir biçimde ifade etme noktasında ciddi anlamda sıkıntılar yaşadığımızı ve son zamanlarda bunun bir kronik hastalık haline getirildiğini üzülerek müşahede ediyoruz. Özellikle dini konularda tarihi şahsiyetler hakkındaki konuşmalarımızda ki saygı ve üsluba çok daha dikkat etmemiz gerekiyor. İlim adabı, ilim ahlakının cüzlerinden bir tanesidir. Söz ahlakı da genel ahlakın alt başlıklarından bir tanesidir.
1990'lı yıllarda doğu cihetinden esen bir cereyanın etkisi ile Türkiye'de hakim olan konjoktürel bir anlayışın müntesipleri, Hz. Peygamber Efendimiz'den bahsederken asker arkadaşından bahsedermiş gibi "Muhammed" ya da "Abdullah'ın oğlu Muhammed" gibi başında herhangi bir tâzim, saygı ifadesi bulunmayan biçimde kullanmasını o dönemde yadırgıyor ve eleştiriyorduk. Yadırgamamızın ve eleştirmemizin sebeplerinden birincisi, Hz. Peygamber (SAV)'in, Kur'an-ı Kerim'de, Hucûrat Sûresinin ilk beş ayeti kerimesinde ki "Hz. Peygamber ile olan diyaloğun, Hz. Peygambere hitabın" hangi ölçülerde olmasını ifade eden âyet-i kerimelere olan inancımızdan dolayı idi. "Peygamber mü'minlere kendi canlarından daha önce gelir" mealindeki Ahzap Sûresi 6. ayete olan inancımızdan dolayı idi. Yine Ahzap suresinin 36. ve 40. ayeti kerimelerindeki, Hz peygamberin müminler nezdindeki konumunu belirleyen ilahi hitaba olan imanımızdan dolayı idi. Bu ayeti kerimeler Mü'minlere, Müslümanlara inanmış oldukları peygambere karşı nasıl bir tavır ve tutum içerisinde olmaları gerektiğini hatırlatıyordu. Onun için inandığına dair hüsn-ü kanaat beslediğimiz zevatın, ayeti kerimelere muhalif, muarız ahvalini, sözlerini, saygısızlığını kabullenemiyorduk.
Allah Resûlü'ne yada Müslümanlar nezdindeki konumları yine Kur'an-ı Kerim'de ayeti kerimelerde sabit olan, Hz. Peygamberin eşlerine karşı saygısızlık ve hürmetsizlik müslümanca bir tavır olarak değerlendirilemez ve bizde değerlendirmiyoruz. Ancak Hz peygamber'e ve eşlerine, sahabeye, saygısızca ve bazen hakâretâmiz ifadeler kullanan, gerek inandığını ifade eden; bazen de inanmadığını, münkir olduğunu hatta açıktan Hz. Peygambere kin duyduğunu ifade eden kimseler, "ifade özgürlüğü" kalkanının arkasına sığınıyorlar. İfade hürriyeti elbetteki medeni toplumlar da var olması gereken ve yaşatılması gereken bir hürriyet. Ancak ifade hürriyetinin hakaret, istihza, iftira hürriyeti olmadığını da ahlak sahibi her bir insanın bilmesi ve mucibince söz söyleyip tavır ve davranışlardan olması gerekir. 90'lı yıllardaki bu ifade biçimi yada hakaret modası kanatimce Gulat-ı Şia olarak isimlendirilen grupların sahabe efendilerimize, Hz. Aişe özelinde Hz. Peygamberin eşlerine hakaret ve nihayetinde de bir anlamda Hz. Peygamberi küçük görmeleri anlayışının etkisiyle gerçekleşiyordu. Elbette ki, İslam'ı, Hristiyanlık ile kıyaslamak hiçbir şekilde doğru değildir. Fakat dine inananların; dini sembollere, dini sembol olmuş isimlere, tarihi şahsiyetlere karşı olan tavır ve davranışlarını kıyasladığımızda maalesef Müslümanların giderek dereke kaybettiklerini, üzülerek müşahede ediyoruz. Bugün Katolik veya Protestan batı toplumlarında tarihini isimlere ve Hristiyanlığın gelişmesinde ve yayılmasında rol almış misyon sahibi şahsiyetlere olan saygı ve tazimin neredeyse dini bir vecibe olarak kabul edildiğini söyleyebiliriz. Buna karşılık her geçen gün kaynağından uzaklaştırılan, her geçen gün özünden koparılarak deizme ve ateizme doğru savrulan Müslüman toplumlarda aynı hassasiyetin olmadığını ve giderek ivme kaybettiğini de ifade edebiliriz. Bu durum elbette ki sağlıklı bir durum değildir.
Son dönemlerde bir takım kişilerin sahabeyi, peygamber hanımlarını tahkir ve tezyif etme davranışlarının yeniden hortladığını görüyoruz. Kendisini "Kur'an bize yeterciler" taifesinin lideri olarak gören, ekranlarda Mü'minlerin annesine ve Hadis Ravileri olan sahabeye hakareti dillendiren mezkûrun ileyh ve malûm şahsın,bu davranışı ile akıl tutulması denilen hadise'nin tam bir vaka-i garibesi ve misal-i meşhûresi olduğunu söyleyebiliriz. Her söyleminde, "Kur'an, Kur'an" deyip Kur'an-ı Kerim'deki "Peygamberin eşleri, müminlerin anneleridir!" mealindeki ayeti kerimeyi kaale almadan, göz ardı ederek Hz. Hatice annemize "üç çocuklu, iki kocadan arta kalmış dul kadın" ifadeleriyle maksadını aşan bir söylemde bulunması akıl tutulmasından daha ziyade sanki bir ahlak tutulması olarak karşımıza çıkıyor. Hz. Hatice annemizin Allah resulünden önce 2 evlilik yaptığı bütün sahih kaynaklarda yer alan bir bilgidir. Bu bilgiyi siyer-i Nebi ile biraz meşgul olmuş olan her bir mümin bilir Biz müminler olarak bu bilgiyi gizlemeyi saklama gayretinde de değiliz. Bizim itirazımız veya kabullenemediğimiz husus bu bilginin "iki kocadan arta kalmış" biçiminde tahkir ifadesiyle dile getirilmesidir. Ayeti kerimedeki "Peygamber eşleri, müminlerin anneleridir." sarih ifadesine rağmen bir insan peygamber eşlerini tahkir, tezyif ve istihza etme cüretini gösteriyorsa ya peygamber eşini ana olarak kabul etmiyordur. Dolayısıyla imanını gözden geçirmesi gerekir ayeti fiilen inkar ettiği için ya da kendi ağzıyla konuşmuyor, birilerinin siparişi yada yönlendirmesiyle veya kulağına fısıldaması üzerine konuşuyordur.
Muhafazakar toplumun son yirmibeş, otuz yıldır ciddi zaaflarından bir tanesi de özellikle ekrana çıkıp dini konularda konuşanların usulsüzlüğü ve uslûbsuzluğudur. Bizim geleneğimizde "usulsüz vusûl olmaz" diye çok hoş bir kelâm-ı kibar ve kaide-i esasî var. Hani bazen "bu ülkede yüzbeş ilahiyat fakültesi, altıbin küsûr akademisyen ilahiyatçı, seksenbin cami, yüzyirmibin din görevlisi olmasına rağmen neden İslamî inkişaf, imâni diriliş gerçekleşmiyor aksine LGBT'ler, deizm, ateizm, sekülerizm vb. din karşıtı düşünceler hızla yayılıyor?" sorusu soruluyor ve cevap aranıyor ya; gerçekleşmeme sebeplerinden sadece bir tanesi olarak usûl ve üslup yoksunluğumuz olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer bir dikkatimizi celb etmesi gereken konunun "ekran budalalığı" diye isimlendirilen hastalığın maalesef bazı bünyelere çok çabuk sirayet etmesi ve tedavisi mümkün olmayacak biçimde bünyeye yerleşmesidir. Bu hastalığın taşıyıcı mikrobu olan, kapitalizm tarafından beslenip üretilen "reyting" diye isimlendirilen izlenme oranı da işin içerisine girdiği zaman ve ünlü olmak, gündemde kalmak enfeksiyonları da reyting mikrobuyla birleştiğinde, "ekran budalalığı" dediğimiz hastalık kronik ve akut hale geliyor. Tedavisi de pek mümkün olmuyor. Bu hastalık akıl ve ahlak tutulmasına sebep oluyor. Bu sadece dindar muhafazakar kesimde değil toplumun bütün kesimlerin de görülebiliyor. Ama ahlak en fazla dindar insanlara yakıştığından dolayı dindar veya dini konularda konuşan bir insanın, ekran budalalığı hastalığına yakalanması çok daha yıkıcı oluyor. Zararı çok daha büyük oluyor. Mikrobun yayılması çok daha hızlı oluyor.
Bu noktada uygulanması gereken önleyici tedbirlerden birincisi; ekranlarda, kürsülerde Kur'an-ı Kerim'i ve Sahih Sünneti önceleyen Ehl-i Sünnet yolunu, her türlü bid'at ve hurafeden arındırarak net bir şekilde yaşamamız ve anlatmamız. "Lisan-ı hâl, lisan-ı kâl'den evlâdır ve evveladır." İkincisi; 1400 yıldır tartışılagelen ve alimlerin ittifak edemediği ihtilaflı konuları ekranlarda değil, akademik platformlarda müzakere edip, gündeme getirmemiz. Üçüncüsü; kemiyetin değil, keyfiyetin önemli olduğunun şuuruna vararak hareket etmemiz. Dördüncüsü; İslam dünyasına mâl olmuş tarihi şahsiyetlerden, özellikle Hz. Peygamber Efendimiz, âilesi ve ashabından bahsederken saygı ve tazim hususunda çok daha fazla hassasiyet göstermemiz gerekmektedir. Yoksa, müminlerin yolunu açıyorum, tünel kazıyorum zannederken; önümüzdeki dağın altını oyup, üzerimize yıkılmasına sebep oluruz. Neticede o dağın altında kalırız. Dağın yıkılmaması için, yıkılan dağın altında kalmamak için, niyetimiz halis olmalı. Halis niyetle beraber, usul ve uslubumuzda sahih olmalı. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı vesselam...