“Türkiye Selçuklularında Medreseler” başlıklı bir akademik makalede Rus tarihçisi V. Gordlevkski’nin “Anadolu Selçuklu Devleti” adlı çalışmasından bir iktibas yapılarak deniliyor ki, “Selçuklular tüm Anadolu’da cömert elleriyle üstün sanat eserleri gerçekleştirdiler. Yollar, han ve kervansaraylar gibi kamuya ait müesseseler yaptılar. Özel pratik ihtiyaçlar için yapılan bu hanlar ve kervansaraylar şehirleri güzelleştiren camiler, medreseler, dârülacezeler gibi sanat eserleri özellikleri taşıyordu” (İsmail Güven, “Türkiye Selçuklularında Medreseler”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/482/5659.pdf(22 Ağustos 2015), s. 136).
Rus tarihçinin güzel tespitleri var ama gözden kaçırdığı bir husus var. Yukarıda altını çizerek verdim; “dârülazeceler”. Yabancı yazarların gözünden kaçmış olabilir. Zira yabancı yazarlar tespitlerini ve gözlemlerini objektif bir şekilde aktarmaktadırlar. Türk-İslam kültürünü bizim gibi yaşayarak anlamasını beklemek beyhude olur.
Bu alıntıda Rus tarihçi Selçuklu döneminde “dârülazeceden” söz etmektedir. “dârülacezeden” neyi kast ettiğini bilmiyoruz bu Rus tarihçinin ama bu kuruluşun Selçuklu döneminde olmadığını belirtelim. Zira biz biliyoruz ki, “dârülaceze” yani günümüzde huzurevi olarak ifade edilen bu kuruluş, Sultan II. Abdülhamid döneminde 1892 yılında kurulmuştur. Uzun süre “dârülaceze” adıyla anılan bu kuruluş İttihatçı artıklarının güzel Türkçemizi katletmesinden sonra “Huzurevi” şekline tahvil edilmiştir.
Dârülacezenin kuruluş maksadı; İstanbul’daki dilencileri, kimsesiz çocuklar ve cami avlusunda yatan kimsesizleri ıslah ederek sanat sahibi yaparak topluma kazandırmaktı.
KÖKLERDEN KOPMANIN GETİRDİĞİ ÇEKİRDEK AİLE ANLAYIŞIYLA YAŞLANAN EBEVEYNLERİN DIŞLANMASI MASKARALIĞI, DÂRÜLACEZEYE ANNE VE BABALARI DA DÂHİL ETMİŞTİR.
Artık övünebilirler Dr. Abdullah Cevdet gibi ilhamını “batıdan” alan İttihatçı artıkları….
Sonuç olarak; bizim akademik çalışmalarda gözden kaçan hususlardan birisi olan, kendi kültürümüzün dikkate alınmaması hususuna dikkat çekmek istedik.
Rus tarihçi için ebeveyn çok fazla mana ifade etmeyebilir. Ama Türk-İslam geleneğinde ebeveynin önemini bilmemek mümkün müdür?
Bir akademisyenin ebeveynine “üf” bile denilmeyeceğini bilir ve bilmesi beklenir.
AMA AKADEMİSYENLERİMİZİN TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNÜ NE KADAR İÇSELLEŞTİRDİĞİ TARTIŞMA KONUSUDUR.