Gelişme yolundaki ülkelerin, hatta bunların arasında olup da yapısal sorunlarını çözemeyen, cari açık veren, enerji üretimi açısından ithalat yapmak zorunda kalan, ilaveten demokrasi, özgülükler, hukukun üstünlüğü ve siyasetin sadece toplumun refah ve huzurunu sağlamak amacıyla yapıldığı kavramını içselleştiremeyenlerin, kabuğunu kırıp düzlüğe çıkmaları ve sürdürülebilir istikrarlı bir iktisadi düzene kavuşmalarının her zamankinden çok daha zor olduğu, günlerden geçiyoruz. Söz konusu ülkeler için koşulların zorluğunun ortaya çıkmasında, kısa dönemli çözümler peşinde koşan, siyasi geleceklerini ülkeninkinden önünde tutan popülist politikacılarla ve bunlara oy vererek destekleyen halkların da, çok ciddi derecede sorumlulukları bulunmaktadır. Fakat asıl sorun, küreselleşmenin ABD ve AB tarafından, başta kendileri olmak üzere, genellikle gelişmiş ülkeler lehine kuşatacak şekilde kurgulanıp, zamanla tüm ülkelerin etki altına alınması görevi başarıyla tamamlandıktan sonra, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma sürecini tamamlayıp büyüme aşamasına geçmeleri, üstelik AB ülkelerinin ABD ile birlikte ortak çıkarlarını maksimize etmede kural tanımaz tutumları da göz önüne alındığında, hiç de kolay görünmemektedir. Bunların üzerine OPEC üyesi ülkelerle dışındaki ülkelerin, petrolün günlük arz miktarının ne düzeyde olacağı üzerine, anlaşma sürecindeki belirsizliklerin bir türlü kalıcı hale dönüşememesi ile petrolün mal ve hizmet üretimindeki önemi de göz önüne alındığında, enerji ithali zorunda olan ekonomilerin (Türkiye gibi), gelişmiş ülkeler ligine yükselmelerinin ne kadar zor olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yıllardan beri yerleşmiş iktisadi, siyasi ve sosyal düzene kalkışma anlamına gelmesi nedeniyle uygulamaya konulacak yeni kalkınma politikalarına, toplumun büyük bir kesiminin eski sistemden sağladığı çıkarların azalacağı düşüncesiyle, ciddi bir mukavemet göstereceği de açıktır. Tüm bunların ışığında istikrarlı ve sürdürülebilir kalkınma programının gelişmekte olan ülkeler için başarıyla sonuçlanması, politikacıların abartarak dillendirdiği gibi kolay olmadığı gibi, kısa dönemde kolayca ulaşılacak bir hedef de değildir. Buradaki püf nokta, uygulamaya konulacak politikaların toplumun refah ve gelir seviyesini yükselteceğine, ancak bunun kısa süre içinde gerçekleşmesinin olanaksız olduğuna, bundan dolayı da acı ilacın içilmesinin gerekliliğine, tüm toplumun inandırılmasının gerekliliği ve bunun sağlanmasıdır. Günümüz dünyasında her konuda olduğu gibi Türkiye ve diğer ülke ekonomilerinin istikrara kavuşmasının yolunun, özelliklede ülkemiz gündemi için yabancı olmayan, sık aralıklarla açılan Vergi, Bağ-Kur ve Sigorta gibi ekonomik ve sosyal ağırlıklı teşvik paketlerinin açılmasıyla değil, ülke kamuoyunun tamamının desteğinin sağlanmasından geçmektedir. Bu gerçeği; iktidarı, ana muhalefeti, muhalefeti ve siyasi partilerin tamamı yanı sıra, seksen milyonu aşan halkımızın tüm ülke olarak amasız, fakatsız, şartsız olması kaydıyla, Türkiye ortak çıkarları paydasında toplanarak, birlikteliğimizi başardığımızla ulaşılacağını anlamamız gerekmektedir. Çünkü, dünya üzerinde meydana gelen ekonomik, siyasi, kültürel vb. her olay, ABD ve AB ülkeleri tarafından ve kural tanımaksızın ahtapotun kolları misali kuşatılıp, kendi çıkarlarına ne hizmet ediyorsa, ona göre yönlendirilmektedir. Örnek mi, ABD’nin terör örgütlerine açıkça silah ve para yardımında bulunması ve bunu dile getirmekten çekinme gereği bile duymaması. Artık dünyamız için bu noktaya gelindikten sonra, tüm ülkeler gibi ülkemiz için de yazılacak her türlü senaryoya ve vizyona sokulacak filme hazırlıklı olmalıyız. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkeler, geri kalmış fakat zengin yeraltı kaynaklarına sahip ülkeler; kendileri için yazılan senaryoyu oynamak istemiyorlarsa, birlik olmaktan başka çareleri yoktur.
Seksen milyon Türkiye gemisindeyiz, aklımızı başımıza alalım. Değilse, yarın çok geç olacaktır.
Soru: Merkez Bankasının parasal politikaları hükümeti yönlendirmeli mi? Neden?
Sözün Gözü: Sözü dinlemeyenin sözü dinlenmez.