Ne demişti Ahmet Sorgun?
"Konya’da sanayiye gidiyorum. Sanayici ‘Eğer Suriyeliler olmazsa sanayi bitti’ diyor. Ağır iş kollarında çalışanların çoğu nereli? Suriyeliler. Köylere gidiyoruz, ‘Afganlılar olmazsa, köylerde çoban yok’ diyorlar. Bize ‘yandım, bittim, işsizim, açım’ diye gelenler oluyor. Bir işadamını arıyorum. ‘Birisini göndereceğim’ diyorum, hemen gönder diyorlar. Bize iş için gelenler sonra ‘belediye olmaz mı, hastane olmaz mı diyor’ Bu iş beğenmeme. Bizim zihniyet olarak bir değişim yaşamamız gerekiyor. ‘Ben asla tulum giyemem’ diyorlar. Ne yapacaksınız? ‘08.00-17.00 çalışacağım, Cumartesi-Pazar tatil olacak, önümde internet açık olacak’ anlayışı var. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.”
El hak!
Ahmet Sorgun’un bu cümlesinde bu kadar eleştirilecek ne buldular merak ediyorum.
Ahmet Sorgun haksız mı yani?
Ben bu cümlelerin altına imzamı atarım. Hatta eksik bile söylemiş.
Şuanda Türkiye’nin asıl sıkıntısı mesleksizlik ve iş beğenmeme konusu. Ahmet Sorgun’un da dediği gibi; herkes masa başı iş istiyor. Salla başı al maaşı diyor. Böyle bir anlayış dünyanın hiçbir yerinde yok.
Bizim bir kere istihdamda kamu yükünü artık en aza indirmemiz gerekiyor. Sağlık ve emniyeti saymazsak; İçinde bulunduğumuz pandemi süreci nedeniyle neredeyse bütün kamu kurumları yatıyor şuanda. Devlet, evde yatan memuruna takır takır ödemesini yapıyor. Dolayısıyla yata yata para kazanma hayalinde olan bir sürü insan devlet babaya sırtını dayamak için el ovuşturuyor.
Ahmet Sorgun’un dediği gibi bir kere bu yata yata para kazanma anlayışını bir değiştirmemiz gerekiyor. Böyle bir şey hiçbir ülkede yok.
Ben, zamanında belediyede de çalışmış bir kardeşiniz olarak söylüyorum bunu, devlet dairesine kapağı atmak öyle matah bir şey de değil. Çalışacak adama her yerde iş var.
Eğer siz yetenekliyseniz ya da çalışma azminiz varsa rızık bir şekilde kazanılıyor. Hatta devlet dairesinden çok daha fazla kazanma şansınız da var. Ama dediğim gibi, yetenekli ve azimliyseniz.
Yani herkes önce kendine bir bakmalı…
Sık sık benim de başımdan geçiyor. Gazetemize iş başvurusuna gelen iletişim fakültesi mezunu kardeşlerimizle mülakat benzeri görüşmeler yapıyoruz. Özgeçmişine ve kişiliğine ilk bakışta güvenebildiklerimle birkaç saat zaman geçiriyoruz. Sohbet ediyoruz, haber yazma yeteneğine bakıyoruz.
Genelde ilk gelenler hep Uğur Mumcu, Mehmet Ali Birand, Cüneyit Özdemir edasıyla geliyor. Gözleri hep yükseklerde. Özgüvenlerine bakınca çok büyük beklenti içine giriyorum tabi ki. Yakaladık acar muhabiri diyorum…
Fakat yazdığı haber içerisinde, bugünün moda ülkesi “Katar” hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayıp “Tatar” yazanlarla bile karşılaştım. Ya hadi bunu bırakalım, gazeteciliğin en temel bilgisi spot hakkında bile bilgisi olmayanlar görüyorum.
Burada şimdi benim ne suçum var? Neden böyle yetersiz birisiyle çalışmak isteyeyim?
Gazeteciliğin en temel bilgilerini bilmeyen, genel kültürü diplerde gezen birinin şimdi benden bir masa başı iş ve dolgun ücret istemeye hakkı var mı?
“Tamam, okulda bir şey öğretmemişler, yetiştirelim seni o zaman” diyorum. Bu defa da “afaki maaşlar, ben hafta sonu çalışmamlar, akşam neden geç çıkıyoruzlar” türlü türlü bahaneler geliyor önümüze.
Dolayısıyla iş beğenmeme ve bunun yanında mesleksizlik hastalığı her yanımızı sarmış durumda.
Sanayilere gidin bir bakın Allah aşkına.
Ayakkabıcılar ya da tekstilciler mesela. Suriyeliler olmasa asla iş yapamazlar. Köylerde Afganlar olmasa sığır yayacak, koyun güdecek bir çoban bile bulamıyorsunuz. İnşaatlarda eskiden doğulu vatandaşlarımız çalışırdı. Şimdi inşaatlarda bile artık Suriyeliler çalışmaya başladı.
Çünkü hepimiz konforumuza düşkün olduk. Masa başı olsun, hafta sonu tatil olsun ama maaş da dolgun olsun…
Yok öyle bir şey kardeşim…
Öte yandan nalına vurduğumuz gibi mıhına da vurmamız gerekiyor tabi ki .
Suç sadece biz çalışanlarda mı peki? Değil.
Ahmet Sorgun’un bahsettiği anlayış değişikliğinin öncelikli olarak hem eğitimde hem de iş dünyasında olması da lazım. Bunu da söylemeliyiz.
Dil bilen, üniversite mezunu, nitelikli personeline dükkanın önünü süpürten, çay servisi yaptıran, üstüne de sanki Allah’ın emriymiş gibi asgari ücret veren patronların hiç mi suçu yok? Tabi ki var. Onları ayırıyorum.
Tüm bu yazdıklarımın sonunda kesin olan bir şey var ki; meselenin temeli yine eğitime çıkıyor. Ne nitelikli ara eleman yetiştirebiliyoruz, ne yönetici ne de masa başına geçip emeklere yön verecek beyinler yetiştirebiliyoruz.
Yetiştirdiklerimize de hak ettiği değeri veremiyoruz. Bu sebeple de yetişmiş beyinlerin hepsi devlete kapak atmak istiyor.
İğneyi 3 kere kendimize hatta çuvaldızı da kendimize batırmamız gerekiyor önce. Eleman bulamayan patron kendine, iş bulamayan vatandaş yeteneğine bakmalı. Herkes hak ettiğini hayal etmeli.