On gündür, her ne kadar yazmıyor gözüksem de -oysa epeyce yazmışım- notlarımı seninle paylaşmak istiyorum Dağlım. Küstahlığın beslediği alçakgönüllülüğün, öfke ve bencillikten kaynaklanan bir dürüstlüğün lüzumu yok, demişim… Kavak değil çınar ağacı olmak gerek; insan ve ağaç içinde bahar vardır ve Allah’ın takvimine iman etmek gerek, demişim…
Benim tarzım bu! Ne kadar da küstah ve kibirli bir ifade tarzı. Ne acı ki gerek konuşurken ve gerekse yazarken bile kibrimizi yenemiyor, benim tarzım, benim kibrim demeye devam ediyoruz, demişim… Güzel insan “rüzgar yorduğu fakat bu yorgunluğu dile getirmeyen ağaç gibidir” demişim…
Yargılama, yardım et. Bakışların yüreklendirsin. İnsanlara sıkıntılarını unutturan bir dinginlik, genişlik duygusu vermelisin Dağlım, demişim… Etrafındaki kuş ve çiçek adlarını öğren, kuşları ve çiçekleri tanı, dağların soluğunu, çiçeklerin ıtırlı sesleri duymaya çalış, demişim…
Bunca tembelliğim ve gizli yorgunluk gibi duran ruh halimin üzerine belki de sabahlarım. Bazen delice bir hevesle beni derde koyan, geri bırakan her ne varsa üzerlerine gitmek istiyorum. Bunları yazarken bile biliyorum ki asıl olan suyu akışına bırakmaktır, demişim…
Öncelikle birbirimizin desteğine ihtiyacımız var, birbirimizi ve insanları suçlamaya değil, demişim… Kendi kulağımıza seslendiğimiz için “kimse” bizi duymuyor, niye duysun ki, demişim… Arabalar ve yürüyen merdivenler ayaklarımızı, konuşmalarımız gönlümüzü devreden çıkarıyor, demişim… Gönlümüz buruk, gönlümüz sabırsız. Beklenen uzak, özlem yakın. Mutluluk hangi kapının ardında? demişim… Şimdi düşlerimiz bahar, şimdi gülüşlerimiz çiçek. Şimdi dile gelenlerden daha çoktur dile gelmeyenler, demişim… Gecenin sessizliğinde ılınmış rüzgarlarla yıkanan yüreğimle, uzun yollara susamış bir küheylan gibiyim, demişim…
Gece indi. Gece soğuk, gece küskün. Gece gurbetten ve düşlerden yana zengin, demişim…
Elimden kayıp kırılan cam bardağa bakarken, ah kalbim demişim…
Çok konuştuğuma çok zaman pişman olduğum gibi gereksiz ve duygusal beklentilere girdiğimde de bu pişmanlığın benzeri, kendimi aciz gören duygulara düşüyorum, demişim… Hız, koşuşturma ve tüketimi kutsayan modern çağ, insanı kalbinden insanı kendinden uzaklaştırıyor. Ve sonra öyle uzaklaşmış oluyoruz ki dönüşe umudumuz kalmıyor, demişim…
Çok zaman, inşaları, kendi algımız içinde değerlendirir ve biçimlendiririz. Bu bir yere kadar normal ve doğal olandır sanıyorum. Ancak, zaman zaman, -yazdığımı sanıyorum- kelimelerin ruhu olduğunu, ruhu olduğunu, fazla değil beş on cümleden bile yeterince mana çıkarabileceğimizi hissetmek dediğimiz kanalı açık tutmadığımız ya da hissettiğimizi yok saydığımız için hatalar yaptığımızı düşünüyorum. Ve yine kanaatim odur ki hislerimiz, çok zaman kiminle görüşüp görüşmeyeceğimizi bile belirliyor; ancak bizler insanlara hislerimizle değil de aklımızla yaklaşıyoruz. Gel gör ki aklımız da yolda kalıyor, demişim…
Bazen, sevgiden daha güçlü bir şey olan özen göstermenin, ne kadar da incelikli ve derinlikli bir felsefe olduğunu anlatmak gerek, demişim…
Sevmek, adalet ve merhametten gayrı zenginliklerimizin çoğu sahtedir ve bunlardan elimizde kalacak olan yoktur, demişim…
Ağaçların ve sessizliğin yanına git Dağlım. Issızlık ve yalnızlıkta hırslarında arınır, kalbine daha bir yaklaşırsın, demişim…
İnsan insana nimettir. Güneş damlası ve sen… Ömrüme nimet, ömrüme şükür getirdiniz, demişim…
Bir bahar sabahı, seninle beraber çiyle ıslanmış otların üzerinde yalınayak yürümeliyiz, demişim…
“Hani, güzelliklerin var senin /her an bir başka renkle kol kola /zalim / ve deli dolu güzelliklerin /yaşayası geliyor insanın” demiş şair, ben de senin için aynısı demişim…
Durup durup, özlemle ve uzaklara bakarak: “Ben o yâre hiç küsmedim.” demişim…
“Zamanı gelince seni çağırırsam gelir misin?” diye sormuşsun. “Çağır beni, biliyorsun ki gelirim.” demişim…
Ve demişim ki: Avuçlarına doldurduğun soğuk suya şükret ve gülümse istiyorum.