Heyecanım dorukta, bacaklarım bisikletin pedalını çevirirken tir tir titriyor. Saçlarımı darmadağın eden rüzgâr, ceketimin kollarından omzuma doğru yayılıyor. Boynumdaki kravat arada bir yüzümü kapatıp önümü görmemi engellese de aldırmıyor, ha bire pedal çevirmeye devam ediyorum. Yollar önümde ip gibi. Kavşakları hızlıca geçiyorum. Yeni başlayacağım okulun önüne vardığımda saatime göz atıyorum. Akrep ve yelkovan benimle dalga mı geçiyor ne! Zilin çalmasına daha bir saat var! Hafiften bir gülümseme dolduruyor içimi. Okula niye bu kadar erken geldiğimi bende bilmiyorum. İlk günün heyecanıdır diyorum kendi kendime.
Sınıf baya kalabalık. Kızlar ön sıraları paylaşmış bile. Birçok öğrenci kendisine yer bulmak için sağa sola koşuşuyor. Sınıfın ortasındaki bir sıradan el kol hareketleriyle beni yanına davet eden bir öğrenciyle göz göze geliyorum. Hızlıca gidip onun yanına oturuyorum. Bir müddet sessizlikten sonra müstakbel sıra arkadaşım; “Ben Hamdi” diye sesleniyor bana. Bende, benim adım Hasan diyorum elimi uzatarak. Ellerimiz birleşiyor, tokalaşıyoruz. Hamdi’ye, ben seni bir yerden çıkaracağım ama nerden? Diye soruyorum. Mavi gözleriyle yüzümü süzüp; “kim bilir” diyor usulca. Sonra da; “O kadar öğrenci arasından bende seni kendime yakın buldum.” Diyerek sürdürüyor sözlerini.
Zaman geçtikçe Hamdi ile olan arkadaşlığımız daha da ilerliyor. Bir birimizin evine sıklıkla gelip gidiyor, oralarda güzel vakit geçiriyoruz. Arkadaşlığımız kardeşliğe dönüşüyor. Birbirimizin annesine anne diye hitap ediyoruz. Evdekiler bizi aileden sayıp sevgi gösterisinde bulunuyorlar. Birlikte gülüp, birlikte eğleniyoruz. Birlikte ders çalışıyor, birlikte okula gidiyoruz. İçtiğimiz su, yediğimiz yemek ayrı gitmiyor adeta. O yıllarda sinema ve arabesk müzik furyası var. Paramız olduğu zaman sinemaya gidiyor, bazen de sigara dumanından göz gözü görmeyen bilardo salonlarında bilardo oynuyoruz. O salonların başköşesinde bulunan ve metal paralarla çalışan müzik aygıtından sevdiğimiz sanatçıları dinlemekte bizim için ayrı bir zevk. İpin ucunu kaçtığı vakit babalarımız hafiye gibi yanımızda bitiyor.
Bir akşam; sınıftan arkadaşımız olan ve aynı mahallede oturan Yusuf’u da aramıza alıp bizim evde ders çalışmaya başlıyoruz. Ertesi gün yazılı sınav var. Bir saat çalıştıktan sonra evde kimsenin olmayışını fırsat bilip, teybe Ferdi Tayfur’un kasetini yerleştiriyoruz. Kaseti baştan sona kaç defa dinledik bilmiyorum. Gecenin bir vakti her birimiz bir yerde Uyuya kalıyoruz. Öğle ezanları okunurken uyandığımızı, üzüleceğimiz yerde bir birimize bakıp kahkahalarla güldüğümüzü hatırlıyorum. Gençlik işte!
Yıllar sonra ben köyün birinde öğretmen, Hamdi ise deniz subayı oluyor. Ben çocukların eğitimiyle uğraşırken, Hamdi okyanuslara yelken açıyor. Dünya’yı gezip dolaşıyor. Maalesef onunla eskisi gibi görüşemiyoruz artık. Ona yazdığım mektupların cevabı ancak iki veya üç ay sonra elime geçiyor. Yazdığı son mektupta bir kızla nişanlandığını, durum ani geliştiği için beni davet edemediğini belirtmiş. O aralar bende evlenmek üzereyim. Kendisine bir düğün davetiyesi gönderiyorum. Bana gemiyle seferde olduğunu yetişebilirse katılacağını yazmış. Olmadı yetişemedi, görüşemedik ne yazık ki! Bir ara kendini içkiye verdiğini duydum. Kardeşine; “Denizin ortasında içmeyip de ne yapacaksın!” demiş. Sigarayı dahi ağzına sürmeyen Hamdi, alkolik bir yaşam biçimini tercih etmiş. Alkolün sebep olduğu o melun hastalığa yakalandığını duyunca sesimi salıp ağladım. Apar topar onu yattığı hastanede ziyaret etmek için yola çıktım. Ben odasına varmadan yarım saat önce vefat etmiş. Olmadı, ben de yetişemedim, göremedim onu.
Esenlik dileklerimle.