Birer birer eksiliyoruz hakikatin bahçesinde hakkaniyeti arayanlardan. Dostluğuna muhtaç olduğumuz büyük adamlar çekilip gittiler. Yok aslında, çekilip giden yok, hakikati Hak koruyacak, vaadi böyle. Bir kenarda niyaz ile meşgul olmayı tercih etmiş olmasınlar!
El etek çekmiş olamazlar ferasetinden emanetinden güven duyduğumuz kişiler. Sohbetine meftun olduğumuz kelam-ı kibar sahibi efendiler lamba ile aranır olmamalı. Gece vakti soğuktan paltosuna sarılan adamı bulup evine götüren o erenleri kaybetmiş olamayız.
Duasına ihtiyaç duyduğumuz gönül dostları nerede? Fikrine zikrine ve niyazına başvurmak zamanı gelince kimlere müracaat edeceğiz? Her köyün bir velisi yok muydu sahi bu memleketin? Bu toprakların delisinden bile ibretlik sözler çıkardı nitekim. Her mahallenin bir ağabeyi, bir babası, bir delikanlısı olur kim nerede neye muhtaç ondan sorulurdu.
Gönül ehli deyince neden aklımıza mey sofrası geliyor şimdilerde? Mey deyince aşk diyen, aşk deyince hak diyen yolcuların yürüdüğü yolların üzerine kim çekti bu sıcak asfaltı? Köşe başlarında “Tanrı misafiriyim” diyen garip yolcuyu hanesine alan ağaların bereket olsun diye çorba kazanını hiç ocaktan indirmediğini şimdiki nesle nasıl izah edeceğiz? Tanrı Misafiri ne demek daha bunu izah edemezken bir Tanrı Misafirini evimizde ağırlamayalı ne kadar oldu sahi?
Haydi tamam Tanrı Misafirinden geçtik. Dost dedik mi derdi ki babam; Oğlum, teklifsiz gelebiliyorsa evimize biri gece geç de olsa açmışsak kapımızı, korkma o dosttan. Gönül dostlarının neden her sofraya fazladan bir kaşık koyduğunu anlayamamış olmanın ıstırabını çekiyor çorbalarımızın tadı.
Aşkın, sözdeki halini yürekteki ateşini, dert olmuş şeklini bulup, tanıyıp kime arz edeceğiz? Tanıdık diyelim o aşkı, nasıl baş edeceğiz? Yaşadığımız o gönül sancısının, köz haline gelmiş yürek ateşinin, kekremsi bir tat bırakan o hissin gereğini ve sırrını kime nasıl söyleyelim? O sırrın hakikatine vakıf olmak için hangi erenin hangi dergahına talebe olalım? Geçtim talebeliği, o dergâhta hizmetkar olabilir miyiz acaba?
Komşuya emanet ederdi babam dükkânı şimdilerde komşudan kaçırıyoruz gelen ilk müşteriyi, duvarda asılıydı “müşteri velinimet” verdiği siftah parasıydı. Bir çay parasına yapılırdı küçük işler, tarifesi yoktu her yapılan el işinin ve buna rağmen el işinin kıymeti pahaya vurulmazdı.
“Zekatımızı vermeye geldik” diyerek girerdi o amcalar dükkanımıza ve kahveler daha soğumadan gelirdi masaya. Bilen bildiğini söyler, bir hadis rivayet edilir, bir beyit dile düşer, bir hatıra yad edilir ve hayırlı işler denirdi. Ne söyleyen ne dinleyen ne de buna şahitlik eden nasibine düşeni almadan kalkmazdı o meclisten.
Ağız tadı dermiş eskiler, o tat olur da gelirse ağzımıza nasıl tanıyacağız? Bereket diyordu haminnem, o son damlada olur, döktüğün o ekmek kırıntısında olur. Yol boyu çocuklara birer elma verirdi dedem ve “verdiğin kalır sende” derdi. Kim öğretmişti sahi bunları ve nerede yazıyordu böyle bir bir? Hangi dervişin hangi şeyhi gelip geçmişti bu köyden? Hangi gönül ehli gönülden gelerek niyaz etmişti böyle içten?
Çoğalıyoruz, levhalarda artıyoruz birer birer, sayısal verilerin birer elemanıyız. İnsan olarak artıyoruz da insanlık olarak azalıyoruz belki de.