“Biliyoruz ki bütün acılar bir gün geçer. Bütün fotoğraflar sararır. Yara kabuk tutar kapanır.
Bir sabah yine taze ekmek ister canın kahvaltıda…
Bir fincan sade kahve... Demli bir çay ister akşamüstü olunca.
Sokakta mevsimi fark edersin aynada kendini.
Önceleri belli belirsiz sonra gamzene kadar gülersin. Şarkılar mırıldanır çekmecelerde renkli kalemlerini ararsın. Kuşlar gelir konar dallarına. Kırıldığın yerden çiçek açarsın.
Bütün acılar bir gün geçer. Ya da alışırsın…”
Yazar ne kadar doğru ve konsantre anlatmış aslında… Acının şiddeti ve sende yarattığı etki ne kadar büyük olursa olsun bilmelisin ki bir gün geçecek. En sevdiğin ölmüştür mesela… Ya da hayatın kimsesiz ve sevgisiz geçmiştir. Belki de etrafında çok insan vardır ama anlaşılmamanın girdabına sürüklenmişsindir. Güvenin zedelenmiştir veya… Biri öyle bir kandırmıştır ki seni güven kelimesini ağzına bile alamaz olmuşsundur. Ne bileyim hayatta boşa çabaladığını düşünmeye başlamışsındır. Yaşamanın sende bıraktığı tat kekremsi bir hal almaya başlamıştır. Çaresiz kalmışsındır. Her gece uykularını kaçıracak bir vicdan azabın vardır. Seni tahtakurusunun ahşabı kemirdiği gibi günden güne yer bitirir. Bir çıkış yolu, bir çözüm ararsın.
Evet, bu yazdıklarımdan birini yaşayıp acı çekmiş olabilirsin. Hatta belki de sen bu yazıyı okurken kendi çektiğin bir acıyı içinde arayıp asıl bunu yazsaydın bile demiş olabilirsin. Anlaşılan, kimsenin hayatı lunapark sahnesi gibi değil… Yani diyeceğim sadece sen yaşamadın büyük büyük acıları… Sorsan herkes kendi acısını sana tüm ihtişamıyla anlatır. “Ama canım seninki de dert mi?” diye başlar bazı cümleler.
Aslında her şeyin başına şöyle bir dönüp baktığında tüm acıların en başında bir umut vardır. Yani aslında hikâye çok güzel başlamıştır da bir yerinden kırılıp acıya dönüşüvermiştir.
Bir kuyu bu düştüğün… Senin gibi çoğu insan bu yüzyılda bu kuyuya düşüyor aslında. Herkes tükenmiş, herkes yaralı. Modern çağın asık suratlıları olduk hepimiz. Hatta çoğu zaman insanlar soğuk havayı bile bahane edip depresyona girebiliyor.
Acaba bu koca koca binalar içimize çektiğimiz oksijene mutsuzluk bulaştırmış olabilir mi?
Tam da bunları yazarken bir teori geldi aklıma…
“Kırık Camlar Teorisi”
Bu teoriye göre temelde küçük gibi görünen acılar bir zaman sonra, sizin kendinize uyguladığınız hırpalama ile altından kalkılamayacak sorunlara dönüşebiliyor. Ya da şu açıdan bakalım. Bir aynanın kırıldığını düşünün. Bu teori size diyor ki; “Git o aynayı yenile! Çünkü eğer kırık kalmaya devam ederse nasıl olsa kırılmış diye biri daha gelir kırar.”
Aslında güzel mantık değil mi? Kendimizi olan acılarla, kırılmalarla hırpalayıp, bunları her gün yeniden kendimize hatırlatıp, depresif bir ruh haline bürünmektense, yenilenmeliyiz.
Koşarcasına bitip giden günlerimizin kıymetini bilmeliyiz. Çünkü hayat “Kim ne demiş” demek için inanın çok kısa…
Bu kısacık ömürde eğer ki hayat sana çiçeklerle gelmiyorsa, sen kendi bahçeni oluşturacaksın. Karanlık bir dehliz de oturmak yerine kendine gökkuşağı renklerinde masallar yazacaksın. Yani sözün kısası bu ayna neden kırıldı diye sorgulamayıp daha güzelini daha afilisini alacaksın.
Bazen de kendimizi Dostoyevski gibi avutmak lazım sanırım. Ne demişti Suç ve Ceza’da; “Acı ve üzüntü, engin bir bilinç ve derin bir yürek için her zaman zorunludur. Bence, gerçekten büyük insanlar, büyük acılar çekmek zorundadırlar.”